Zaman bazen ölümle hesap edilir. Ve hatta öyle çok ölüm olur ki bazı vakitlerde ecel denen vaktin ve ölüm meleğinin yalnızca o vakte mıhlandığını, o vakitte yaşayanların başında olduğunu zannedersin ve öyle bir halde ölümü saymaya ne saatler, ne zaman ne de akıl kifayet etmez. Öyle çoktur ki ecel denen vakitle sözleşenler, her biri aynı anda canından geçerler, anadan, babadan, yardan, evlattan ve dünyadan vazgeçerler de anlayamazsın bir kısacık vakte bu denli ölümün nasıl sığdırıldığını.
Ve bazı topraklar dünyalık hiçbir meta ile vermez kendini insanlara. O diyarları almak ve onlara sahip olmak için evvela sahiplik denen halin yalnızca Yaradan’a ait olduğunu bilmek ve kendinden, canından geçmek gerekir. Haddini bilmek gerekir hatta bazı diyarlarda yurt kurmak için. Ve ölmek gerekir bir toprağa vatan diyebilmek için. Toprak kendini vermek için ölüm ister. Uğrunda ölünecek bir sevgilidir toprak ve şayet canını verebilirsen sana yar olur, vatan olur.
Cânım kâri, ölüm yok olmak, tükenmek ve bitmek değildir bazılarının lügatinde. Onlar ölüme bir düğüne koşar gibi koşarlar ve hele ki vatan için, iman için, millet için ve bayrak içinse o ölüm işte, o vakit ölmekten korkanı dahi ayıplarlar. Yeniden doğmak için ölürler. Yani toprağı vatan eylemek için oralara sadece gönül vermek değil canını vermek gerekir. Ve vatan dediklerinin sahibi toprağın üzerinde yaşayanlar değil toprağın altında ölümü bile korkuturcasına uzanmış kıyamet gününü bekleyenlerdir. Ve Allah’a inananlar bilirler ki ölmeyen ölüler de vardır. Bedeni ölse de ölmeyenler, bu âlemden gitse de göçmeyenler…
…
Anadolu, bir dava uğruna asırlık bir yürüyüşe çıkanların yurdudur ve bağrına basmıştır ilahi bir muştu ile atlarını doludizgin koşturanları. Ta Orta Asya bozkırlarından sinelerine ilahi bir aşkın ateşiyle dağlanmış, gönüllerini, ciğerlerini yakmış bir mefkûrenin derdine yollara düşenlerin her bir karşına destanlar yazdıkları diyardır. Öyle gelmiştir, öyle gelinmiştir ve ölerek dirilmiştir bu toprağa nefes verenler… İ’la-yı kelimetullah davasına ses verenler buralarda ölmüş ama davayı diriltmiştir…
Ve burası, tam da yaşadığımız bu coğrafya gariplerin diyarıdır. Asırlardır öyle olmuştu. Bir tek insanın hakkına girmemek için geçtiği yollarda yediği meyve ağaçlarının dallarına dahi ücretini bırakan lakin mesele vatan olduğu vakit her biri birer küheylana dönüşen, gönlünde iman ateşi ile ölümü dahi korkutan yiğitlerin, kara yağız evlatlarını mesele vatan ve bayrak olduğunda tereddütsüz toprağa gömen, “bebem anasız, babasız büyür ama vatansız büyüyemez” diyen anaların, oğullarıyla yan yana şehadete koşanların yurduydu Anadolu… Garip ama yiğitti bu toprakları vatan belleyenler… Malazgirt ile girilen bu diyar Müslüman Türk milletinin son yurduydu şimdi ve burası elden giderse din-i İslam-ı mübin elden gider diye korkuyorlardı. Ezan sesi susar, Allah diyen kalmaz, secdeye baş koyanların başı yerden kalkmaz diye korkuyorlardı. Mazlumların âhını her nerede olursa olsun işitenlerin yurduydu bu topraklar.
Şimdi, şimdi farklı mı? Asla değil. O zamanlar ne idiyse ve ne demektiyse şimdi de aynı. Dava da maksat da şuur da ve düşman da aynı… Ve hem yine hayali sınır tanımayan, mazlumu dert edinen ve zulüm neredeyse “bana ne” demeden giden inanmış adamlar hep vardı yine var. Zira maya aynı maya, hamur aynı hamur…
Bana defalarca soruyorlar; o kadar çok mefkure, dava, şuur diye yazıyorsun, nedir bu şuur” diye. İşte budur… Ve bir kişi buna inansa kafidir. Zira inanmış bir adam tüm dünyayı değiştirir.
Ve yine öyle oluyor zaten… İnanmış bir adam bütün dünyayı değiştiriyor.