İman Nûru; İSLÂM VE İNSAN

Abone Ol

Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı kimse, Rabbinden bir nûr üzerinde değil midir?”

     (39 Zümer 22)

İman kadar kıymetli bir hakikat ve bir hazine kesinlikle olamaz. Bunun içindir ki, ebedi saadetin anahtarı ancak imandır. İmansız olan bir insan dünyada ne kadar zengin, hükümdar, hükümran, âlim ve zalim olursa olsun neticesi felâkettir. Makamı, şanı ve şöhreti onu ölümden alıkoyamaz. Kabire de hiçbiriyle giremez. Allah’ımız o halden bütün mü’minleri korusun ve inançsızlara da iman nasib etsin.

İşte insana gereken en büyük hakikat; Allah’a iman ve O’na teslimiyettir. Yeryüzünde oluşumuzun maksadı da budur. Bunun dışına götüren yollar ise batıldır. İnsanların kurduğu bütün düzenler böyledir. Yol ise ancak Allah’ın yoludur:

“Allah katında din ancak İSLÂM’dır.” (3 Âl-i İmrân 19.)

Akif ne güzel söylemiş:

İmandır o cevher ki, İlâhi ne büyüktür,

İmansız olan paslı yürek, sinede yüktür.

Ama inanan bir insan, dünyada hor görülen garip, fakir, acı-soğan kuru-ekmek yiyen bir insan dahi olsa, yine de en büyük zenginlerdendir. Bu servet onda olduğu müddetçe ve onunla Rabbinin huzuruna döndüğü zaman en güzel ve sonsuz lûtfa kavuşacaktır. Zira Peygamberimiz (sav) şöyle buyururlar:

“-Kim; Rab olarak ALLAH’ı, din olarak İslâm’ı, Rasül olarak Hz. Muhammed’i (seçtim) derse, cennet ona vacip olur.” (Ebu Dâvud, vitr 26.)

Mü’min en büyük hakikat olan, kendisini ve kendisi için bütün kâinatı yaratan Rabbini bildiğinden insanlığın zirvesine çıkar. Kâfir ise, kendisini yaratanı ve bunca nimetle donatanı inkâr ettiği için, en aşağı bir mahlûk durumuna düşer:

“-Muhakkak ki Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar; inkâr edenler ise (dünyada) zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri (de) ateştir.” (47 Muhammed 12.)

İman en büyük nimet ve en büyük hazinedir. Bu hazinenin korunması ancak böyle olur. O halde imanın muhafazası hiç bir zaman ihmale gelmez. Yoksa bir ömür boyu nefis ve hevânın peşinde koşarak dünyaya dalan insanın, son nefesinde imansız gitmesinden korkulur, Allah’ımız korusun.

Bu hususa bazı misaller vererek konuyu açalım:

Atılan bir tohumu, dikilen bir fidanı ele alalım. Zira iman dikilen bir fidandır. Bir fidanın kurumaması, meyveye durması için suya, gübreye, ilâca yani bir dizi bakıma ihtiyacı vardır. İman fidanının da ibadetle desteklenmesi gerekir.

İslâm’ı Allah’ın Rasülü (sav) Efendimiz bir bina olarak takdim buyururlar. Bir binayı düşünecek olursak; onun temelleri, direkleri, duvarları, çatısı, iç ve dış müştemilatı hemen aklımıza gelir. Temeli atılıp bırakılan bir yapı bina haline gelemediği için, ondan fayda da hâsıl olmaz. Bunun gibi Kelime-i Şehadet getirerek iman eden ve İslâm’a giren bir kişi de, diğer şartları yerine getirmezse gerçek faydayı elde edemez.

Neye inanıyor ve neyi yaşıyoruz? Eğer Hakk’a kulluğu ve ebedi saadeti istiyorsak, O’nun üstün buyruklarına yapışmalıyız. İşte Mevlâ’mızın emri:

“-Namazı gereği gibi kılın, zekâtı verin! Hayır işlerinden nefisleriniz için önden her ne gönderirseniz, Allah katında onun sevabını bulursunuz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı görücü ve karşılığını vericidir.” (2 Bakara Suresi 110.)

Allah’ın (c.c), lûtfettiği iman ve İslâm’ın kıymetini bilmek, o binayı tam anlamıyla bina etmektir. Zira Peygamberimiz şöyle buyurur:

“-İslâm beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka bir ma’budun olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)in O’nun kulu ve Rasûl’ü olduğuna şehadet etmek, namazı kılmak, zekâtı vermek, Beyt’i ziyaret yapmak ve Ramazan orucunu tutmaktır.” (Buhârî, îman 1.)

Aklıselim sahibi kişiler Allah’ın kulluğuna koşarak, İslâm binasını hem gönüllerinde ve hem de bedenlerinde kurarlar. Böylece Hak sevgisine ererek kulluk sırrına ulaşırlar. İmanın hakikatini kavramış, gönüllerine onun nurunu doldurmuş ve Hakk’ın kulluğuna ulaşmış olurlar. Zira bundan başka bir hakikat asla olamaz. Bu konuda Rabbimizin küçük bir sûre-i celîlesi, ne büyük manâlar ifade eder:

“-Asra yemin olsun ki; muhakkak insan hüsrandadır. Ancak; iman edenler, salih amel işleyenler, Hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (103 Asr Sûresi.)       

Ashab-ı Kiram birbirlerinden ayrılırlarken bu sûreyi okurlardı. Bu halleriyle de kardeşlerine; bu dört düsturdan ayrılmamalarını hatırlatıyorlardı. Ne güzel bir adet değil mi kardeşlerim? İşte bunun içindir ki onlar; “Ümmetin en hayırlıları” (Buhari, şehadet 9.) olarak takdim edilmişlerdir.

Görülüyor ki temel imandır, işin başı ve özü imandır. Yürekler imanla dolmadıkça, sahipleri zalim ve eşkıyadır.

İman şefkattir, merhamettir. İman en kıymetli ameldir. Bütün hayır ve bereketler iman temeli üzerine kurulabilir. Kalbinde iman olmayanın yaptığı her şey, yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur.

SEVİLMEYE EN ÇOK LÂYIK OLAN

Biz insanoğlu, şu fâni âlemin nice elemleri ile göz alıcı ve gönül bağlayıcı binlerce aldatmacası arasında kıvranır dururuz. Kimi zaman onun acıları yüreğimizi dağlar, içimizi hüzün kaplar; kimi zaman da geçici zevk ve neş’esi bizleri dünyaya bağlar.

Evet, bir imtihan âleminde yaşıyoruz. İyilik ve kötülüklerimizin “bilgisayar”lara kaydolunduğu ve yarın neticelerinin gösterileceği, her anımızın hesabının verileceği bir âlemde… Nice gülümsemeleriyle bizi kendisine celbetse de vefa etmeyip, her an altına almayı gözetleyip duran bir hasım adeta. Eğer kontrol altına alınmazsa, her zaman yenmeyi bekleyen bir pehlivan…

O, nice padişahları, varlık sahiplerini, makam ve şöhret elde etmişleri ve nice “bir dediği iki olmayan” gurur ve kibir sahiplerini altına alıvermiş bir cengâverdir.

İşte onunla cenge hazır olmak lâzımdır. O hasmın karşısına çıkacak bilgi, tecrübe ve güce ulaşmak gerekir kardeşlerim. Onun, içimizdeki casuslarını da yakalamamız gerekir. Acaba bu ne ile mümkün olur? Ona taviz vermeyecek ve her an karşısına dikilebilecek bu kuvvet nedir?

Evet, bunun cevabı aslında çok kolaydır, yeter ki isteyelim. Başlığımızda da belirttiğimiz gibi, “Sevilmeye en lâyık olan Zât’ı” sevmekle, bütün tehlikelerden korunmuş olunur. Aksi halde bu mümkün değildir.

Bu sevginin gereğini yerine getiren kullara gelince onlar, razı olunanlardan, Rabbi katında sayılırlardan olurlar. Cenâb-ı Hakk’ın bu hoşnutluğundan dolayı, kulunun gönlü de rıza haline ulaşmaz mı? İşte bu durum şu ayet-i celîleyi hatırlatır:

“-Allah onlardan, onlar da Allah’tan razıdır.” (98 Beyyine 8.)

Zira en büyük mükâfat, rıza makamıdır. Rabbimiz bir kulundan razı olursa, artık ondan daha büyük bir kazanç ne olabilir ki:

“-Allah’ın hoşnutluğu ise çok daha büyüktür. İşte en büyük kurtuluş da budur. “(9 Tevbe 72.)

Evet, Halikımız bu kullarına cennetler ve onda da nice nimetler bahşedecektir. Ama o nimetler bile O’nun rızasından ve sevgisinden daha küçüktür.

Cenab-ı Hakk’ı aşk ve muhabbet derecesinde sevmek… İşte bu mü’minin keyfine hiç diyecek yoktur. Bu, o kul için yeter bir haldir. Zira O, “Sevilmeye En Çok Lâyık Olan Allah’ı (cc)” sevmiştir. Onun neş’e ve sevinci ona yeter.

O’NU SEVENLERİN HALLERİ

Al-i İmran Sûresi’nin on dördüncü ayet–i kerimesinde mealen:

“İnsanlar için kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı aşırı derecedeki düşkünlük, süslü ve cazip bir hale getirilmiştir. Bunlar dünya hayatının bir takım menfaatleridir. Oysa asıl varılacak yerin güzelliği, Allah katındadır, (3 Al-i İmran 14.) buyrularak, dünyanın imtihan vasıtası olduğu haber verilir.

Sonraki ayet-i kerimelerde ise, o gerçek sevginin gereğini yerine getirmeye gayret eden güzel kulların halleri bildirilir. Aynı zamanda, yukarıda sayılan dünyalıklara sahip olmaktan, çok daha hayırlı olan şeyler de belirtilmiş olunur:

“-(Rasûlüm!) De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan ebediyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin de üstünde) Allah’ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.”      

“-Öyle kullar ki! “Ey Rabbimiz! İman ettik, öyleyse bizim günahlarımızı bağışla, bizi ateş azabından koru!” derler.

”-Sabrederler, dürüst olurlar, huzurda boyun bükerler, hayra harcarlar ve seher vaktinde Allah’tan mağfiret dilerler.” (3 Al-i İmran 15, 17.)

Bir başka ayette ise onlar şöyle belirtilir:

“(Onlar); tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O müminleri müjdele!” (9 Tevbe 112.)

Sevilmeye layık olana karşı, sevginin eserleri ne güzel gösteriliyor. Muhakkak bu zatlar, O’nu seven ve muhabbetiyle yananlardır. Onların hallerine gıpta etmemek mümkün mü? Gerçekten Kur’an’da övüldükleri gibi yaşarlar onlar:

“-Mü’minler o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğu zaman imanlarını artırır ve yalnız Rab’lerine tevekkül ederler.” (8 Enfal 2.)

 Bu aşk ve muhabbet hali onlarda öyle ileri gitmiştir ki, dünyevî menfaatler ve istekler, O çok sevdikleri Rablerinden kendilerini uzaklaştıramaz. Bunun içindir ki onların bu halleri, bizzat Rabbimiz tarafından övgüyle anlatılır. Bu, nasıl bir haz ve lezzettir ki, bedenen şu dünya hayatında yaşamaya mecbur oldukları halde, O’nu anmaktan geri durmuyorlar. İşte bunun belgesi:

“- Kendilerini ne ticaretin ve ne de alış-verişin Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymadığı insanlar… (Onlar), yüreklerin ve gözlerin (dehşetten) ters döneceği günden korkarlar.” (24 Nûr 37.)

 “-Onların yanları yataklarından kalkarak korkuyla, umutla Rablerine yalvarırlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda harcarlar.” (32 Secde 16.)

Hz. Ömer (ra) anlatıyor:

“-Rasûlullah (sav) bir gün bize infak etmemizi emretti. Tam da malımın olduğu zamana rastladığından, kendi kendime:

– Eğer geçebilirsem Ebu Bekir’i ancak bugün geçerim, dedim ve malımın yarısını Rasûlullah’a (sav) getirdim. Rasûl-i Ekrem:

“- Ailene bir şey bırakmadın mı?” diye sordu;

-Bıraktım dedim.

“-Ne kadar bıraktın?” deyince de; buraya getirdiğim kadar dedim. Daha sonra Ebu Bekir bütün varını yoğunu getirdi.

Rasûlullah (sav) O’na:

-“Ailene ne bıraktın?” diye sordu. O da:

-“Onları Allah ve Rasûlüne havale ettim” diye cevap verdi.

Bunun üzerine kendi kendime; ‘artık onu hiç geçemem,’ dedim. (Tirmizi, Menâkıb, 16.)

MÜNACAAT

Ey Rabbim! Sana olan hasretimin her gün arttığını, Seni çok ama çok sevmek istediğimi, ama gerçekten bu sevgiye ulaşamadığımı biliyorsun. Bunu her zerremde hissettiğimi de.

RABBİM! Bütün kapıların Sana açıldığını, bütün yolların Sana çıktığını, bütün sonların da Sen’de birleştiğini çok iyi biliyorum. Akan gözyaşlarımla şu bitkin ve âciz kuluna acı da, beni o sevgine al! Seni sevmeyi hissettir ve bu güzel hâli tattır bana! Çünkü dünyada hiçbir şey asla ve asla Seni sevmenin tat ve lezzetine ulaşamaz. Belki, belki cennet âlemlerinde Seni müşâhede etmek, Rasûlü’nün haber verdiği şekilde apaydınlık olarak Seni görmek… İşte o başka!.. Ama o âna, o hazza, o tarifi olmayan Seni görmeye ulaşmak da burada, bu fânî âlemde Seni sevmeye bağlı değil mi Allah’ım!

Rabbim! Hz. Âdem’in, Hz. İbrahim’in, Hz. İsmail’in, Hz. Mûsa’nın, Hz. Zekeriyyâ’nın ve Hz. Îsa’nın –ki onlara selâmın olsun- Sana yakınlık için nasıl da dua ettiklerini ve “âlemlere rahmet olan” eşsiz Nebî’nin bu yakınlık ve sevginin en son noktasına ulaşırken, nasıl dua ve niyazlarda bulunduğunu gösterdin bizlere! Örnek olarak bahsettin Kur’an’da kullarına! Rabbim! Duamız, niyazımız onların duası olsun. Ve yakınlığımız onların yakınlığına yakın olsun! Hamd ve senâm Sana, selâm bütün Nebîlerin ve o eşsiz Rasûlün’ün üzerine olsun!..