Hiç kimse İsviçre’nin küçük bir kasabasında, asrın en büyük zalimlerinden birisinin şahsında tüm dünyanın müstekbirlerine karşı söylenen sözün, dünyanın gidişatını böylesine değiştirebileceğini şüphesiz tahmin edemezdi. Davos’ta “one minute”la atılan ilk kurşun sadece iki asırdır coğrafyamıza göz dikmiş sömürgecilerin karargâhlarını vurmamış; aynı zamanda memleketimizi bir müstemleke olarak kabul eden Hariciye’nin monşerlerinden, askeri ve istihbarat bürokrasisinin köle ruhlu sefihlerinin de ikbalini hedef almıştı.
Ülkemizin istihbarat teşkilatının Suriye’nin Lazkiye şehrinde, Esed rejiminin kalbinde gerçekleştirdiği operasyonla Reyhanlı katliamının müsebbibini derdest ederek yargının önüne çıkarması şüphesiz, 2009’da atılan bu ilk kurşunun meyvesidir.
İslam dünyasında yaptığı işin muhtevasından emin olmayan ne kadar kurum, organizasyon ve devlet varsa, kendi gerçekliğini örtecek isimler kullanmışlardır. İslam’la alakası olmayan İran’ın İslam Cumhuriyeti olması gibi. Bizde de, durum farklı değildir. Alfabemizi iptal edip bizi kaynaklarımızdan kopartan yönetimler; milli benliğimizi yok edip, adeta Batılı bir insan idealini savunan Eğitim Bakanlığı’nın adının önüne Milli deyince suçlarını örtmüş oluyorlardı. Milli İstihbarat Teşkilatı ise aslında yıllarca yabancı istihbarat örgütlerinin ülkemizdeki adeta karakol faaliyetini yürüttü. Bunu kamufle edebilmek için ise adının önüne Milli kelimesi eklenmişti.
Bunu ben söylemiyorum. 1962’den 1971’e kadar iki defa MİT Müsteşarlığı görevinde bulunan Fuat Doğu söylüyor. Selçuk Özdağ’ın aktarımıyla Doğu şöyle söylüyordu: “Ben MİT Müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop’a götür dese onu oraya götürmekle memurum.” Bunu alelade birisi söylemiyor: Mehmet Eymür, Sadi Sağdam, Şenkal Atasagun, Emre Taner ve Hiram Abas gibi önemli MİT yöneticilerini yetiştiren birisi söylüyor.
Ne yazık ki, ülkemizin pek çok kurumu kısa bir süre öncesine kadar “milli” olmaktan çok uzaktılar. Daha 2012’de, henüz Suriye’deki olayların birinci yılında, Esed rejiminin vahşi uygulamalarını görerek ordudan ayrılan ve muhaliflerin safına geçen Albay Hüseyin Harmuş ve Binbaşı Mustafa Kassum’u 100 bin dolar karşılığında rejime teslim eden, onu Türkiye adına korumakla yükümlü olan yine aynı MİT’in başka birimiydi.
Libya’da halkı İtalyanlar’a karşı örgütleyen, Irak’ta aşiretlerden İngilizler’e karşı bir ordu teşkil ettiren Teşkilat-ı Mahsusa’dan nasıl oldu da, CIA’nın ya da başka yabancı örgütlerin emrinde çalışan bir yapı oluşabildi? İstiklal Savaşı yıllarında Hamza Grubu, Mücahid Grubu ve sonra Felah ve Mim gibi isimler alarak yoluna devam eden istihbarat teşkilatımız sayesinde, Ankara’da Meclis’i toplayabilmiş, yüz binlerce silahı Anadolu’ya kaçırabilmiş, 2 bine yakın subayın işgal altındaki İstanbul’dan çıkartılabilmesini sağlamıştık. Ne oldu da, bu bağımsızlığı alnının çatısına yazan her biri kahramanlık abidesi bu teşkilatçılar buhar olup uçtu? Ve nasıl oldu da, 2017’de Afrin’de yeniden zuhur ettiler. 2018’de bir koruma ordusunun içinden alçak bir mücrimi alıp ekranların önünde diz çöktürdüler?
Millilik ve yerlilik vurgusunu, “Yer sofrasında yağ-çökelek yemekle, baklavanın isim hakkı Yunanlılar’da değil bizde olmalı” düzeysizliğiyle izaha kalkıp, istihza edenler söylediklerimi ve ülkemizin nereye geldiğini idrak edemeyebilirler. Onlardan milli olmalarını beklemiyoruz. Çünkü milli olmanın ilk şartı Türkiye’ye sevdalanmaktan geçer…