Türkiye’de son yıllarda İlahiyat ve İslami ilimlere dair fakültelerin sayısı, epeyce arttı. Her ne kadar kemmiyet ile keyfiyet arasındaki ters orantı ön yargısından hareketle çeşitli eleştiriler yapılsa da ilmî geleneği maziden koparılmış ve ciddi metodolojik sorunları haiz mündericatına rağmen iyi işler çıkarıldığı kanaatindeyim.
Peki, canım ülkemde İlahiyatlar neyi temsil etmektedir?
El- cevap: “Kitabî Din”i.
Din dediğiniz olgu, fil gibidir. Nasıl ki tutan tuttuğunu fil zannıyla tarif eder, dini de herkes nasibi (niyeti, emeği, ilmi, irfanı, zekası ve kapasitesi) ölçüsünde kavrar ve anladığını çoğu zaman dinin kendisi zannederek teşmil etmeye kalkar. Bu nedenle dün olduğu gibi bugün de çok farklı dini yorumlar caridir.
Buna bağlı olarak el’an memlekette faaliyet gösteren her dini grubun kendine göre bir din anlayışı mevcuttur. Sorsanız hepsi Ehl-i Sünnet’tir. Hatta birbirinden hiç hazzetmeyen bazı dini grupları incelediğinizde aynı tarikat silsilesine bağlı bulunduğunu fark edersiniz. Elbette kesiştikleri, örtüştükleri noktalar çoktur ancak ne yazık ki ayrışma noktaları yek siyasi değildir. Kimilerinin dini anlama biçimlerinden ve kendi kültürel seyrüseferlerinden mütevellit öz kaynaklardan uzaklaşıp farklılaştıklarını görürüz.
Vaktiyle Fetö taraftarları, Kemalistleri ve onların olası kalkışmalarını gerekçe göstererek kendilerine nasıl bürokraside alan açtılar ise bugün de birileri kendi kliklerini devlet mekanizmasında egemen kılmak için çeşitli tezviratlar yaymakta, korkular üretmektedir. Hatta onlara bakarsanız 15 Temmuz darbe teşebbüsünü kendileri engellemiş; yerde velileri, gökte kutupları ile tankları onlar durdurmuş, Cumhurbaşkanı’nın uçağını onlar korumuştur. Bu menkıbelerle hem taraftarlarını motive etmekte hem de siyaset kurumuna kaş göz etmektedirler. (Sadık ehl-i tasavvufu tenzih ettiğimiz biline!)
Bununla birlikte bu tip grupların meşruiyeti kendinden menkul dini anlayışlarını tartacağınız iki kurum bulunmaktadır. Bunlardan birincisi ve en ehemmiyetlisi İlahiyat fakülteleri, diğeri ise Diyanet’tir.
Aslî olanla nisbî olanı temerküz eden bu kurumlar (İlahiyatlar ve dini cemaatler) arasında örtülü bir şekilde sürmekte olan rekabet, birinin diğeri üzerinde sulta oluşturma girişimiyle artık iyice gün yüzüne çıkmış görünmektedir.
Selefî bir kafa bürokraside elde ettiği kuvveti, İlahiyatlar’ın temsil ettiği sahih dinî anlayışı muhasara altına alarak kendi ındî/kısmî mülahazalarına indirgeme cüretine kalkışmaktadır.
İlahiyatlar üzerinde gerçekleştirilecek bu ameliyat, bilahare son günlerde “İslam’da Mehdi inancı yoktur” çıkışıyla Azer’in putlarından birini yerle yeksan eden Diyanet üzerine sıçrayarak had bildirme formuna dönüşecektir. Zira Ehl-i Sünnet akaidinde yer almamasına rağmen kimi dini gruplar, kendi gnostik yapılanmalarına malzeme verdiği için bu inanışı neredeyse akideden saymaktadır.
Anlaşılan o dur ki birileri, Reis’in adını kullanarak memleketteki din anlayışını tek tipleştirmek ya da gayr-ı hadâri bir şekle sokmak istemektedir. Bu girişimler başarı elde ederse kitabî/sahih din olgusu zarar görecek; yerini tarihsel süreç içinde çeşitli geleneklerden bulaşmış, öze ait olmayan, arızi; arızi olduğu içinde arızalı bir yorum alacaktır.
Allah adına hiçbir dini grup hakikat tekelciliği yapmaya kalkışmamalıdır.
Devlet erkini elinde tutanlar ise sahih/kitabî dinin okutulup öğretildiği bu kurumlara sahip çıkmalı ve herhangi bir dini anlayışın/yorumun ilahiyatlar üzerinden dini belirlemesine/tanımlamasına, dogmalaştırmasına izin vermemelidir.
Bu söylediklerimiz ülkemizde öyle ya da böyle dine hizmet eden cemaatler ve tarikatlara yönelik bir antipati hedeflememekte, sadece bir zihniyet eleştirisi yapmaktadır. Haftaya yazacaklarımızla daha iyi anlaşılacağımızı umuyoruz.
Baki selam…