Sabah mesaiye yetişme telaşıyla ve hızlı adımlarla gelmiş olduğum duraktan geçen beşinci otobüstü bu tam ayaklarımın önünde kapıları açılmış olanı. İlk dördü de benim gideceğim istikametten geçiyordu ama binmem mümkün olmamıştı. Daha önce geçen ama benim binmeye imkân ve cesaret bulamadığım otobüslerde yaşanan manzara, tekrar yaşandı. Kapıların açılmasıyla beraber on dört-on beş yaşlarında kızlardan ve erkeklerden oluşan bir grup öğrenci; diğer yolcuların kâh ayağına basarak, kâh omuzundan aşarak, kâh sürtünerek, kâh ezerek, olmadı ezilerek, nerdeyse bacaklarının arasından geçerek otobüsten indi.
Gençlerin kiminin yüzü kıpkırmızı olmuş, kiminin rengi atmış, kimi bildiğin kirece dönmüş vaziyette öfleyip püfleyerek yanımdan geçip gittiler. Benim bindiğim durağın yakınında bulunan biri karma diğeri kız lisesi iki okulun öğrencileri bu gençler. Bindikleri otobüslerin hat numarasından nerelerden geldiklerini kestirmek güç değil. En yakın geleni yarım saatlik mesafeden geliyor. Gittikleri okulları yakından biliyorum. Eğitim kaliteleri, başarıları, öğretmen profilleri, idari işleyişleri vesaire. Yani kendi ilçelerindeki okullardan hemen hemen hiçbir farkı olmayan okullar. Ancak girdikleri sınavlardan aldıkları puanlar neticesinde ilçelerindeki okula girememişler. Ya da buradaki okulun puanın üç-beş puan daha fazla olmasına aldanıp “daha iyi okul” düşüncesiyle bu okulları tercih etmişler.
Şimdi bu genç dimağlar ve bunlar gibi milyonlar, dört yıl boyunca İstanbul’un insanı madden ve manen yıpratan bu trafiğine, bu hengâmesine maruz kalacaklar. İki yüz kişinin tıkıştığı otoetlerde itiş kakış her gün yolculuk(!) yapacaklar. Her sabah imamın ezan sesiyle düştükleri yollarda derse geç kalma telaşı ve endişesiyle tırnaklarını kemirip saçlarını dökecekler. Akşam trafiğinde gidemeyen araçların içinde cama yapıştırılmış bir vaziyette evin hayalini kuracaklar. Yine imamın son ezan sesi ile evlerinin kapılarından tükenmiş olarak girecekler. Peki neden? Çünkü biz büyükler onları sıralamak istiyoruz. Çünkü adil olanın bu olduğuna bunun da ancak böyle mümkün olacağına inanıyoruz. Çünkü başka seçeneklerin de olabileceği ihtimalini düşünme riskine girmiyoruz. Eleştirilmekten korkuyoruz. Denemeye cesaret edemiyoruz.
Bakın şimdi yeni yöntemler arıyoruz her kademedeki sınavlara dair. Ancak aslında “yeni” diye sunduğumuz her yöntem “sisteme” dokunmadan sadece taktiksel değişikler içeriyor. Mesela müfredatta yapılan değişiklikler ve yeniden yazılan kitaplarla, lise eğitimini ve içeriğini daha anlaşılır hale getirirken diğer taraftan YKS’de öğrencilerin büyük bir kısmını bazı derslerden sınav yapma gereği duymuyoruz. Sayısal alanda tercih yapıp tıp ve mühendislik okuyacak gençlerimizi; Tarih, Edebiyat, Coğrafya, Felsefe ve Din Kültürü konularından ölçmeyeceğiz. Sözel alandan sınava girenlerin de okudukları Fen derslerinin bir kıymeti harbiyesi yokmuş gibi olacak. Okullarda öğretmenlerimizin yapacağı sınavlara güveneceğiz. Kolej ve temel lise gibi okullarda, iş akdi patronun iki dudağı arasında olan öğretmenlerimize topu atacağız. Patronların dudaklarının velilere ayarlı olduğunu; velilerin de çocuklarının gözyaşlarına, kaprislerine ve sıkıntıya gelememelerine endeksli bir hayat felsefesi olduğunu unutacağız.
Her yıl yüzbinlerce gencimizin yerleşme başarısı gösterdiği Meslek Yüksek Okulları’na sadece Lise 1’de okutulan Türkçe-Matematik derslerinin testlerinden yapılacak bir yetenek testi ile öğrenci alacağız. Lise 1’in diğer derslerinin ve geriye kalan koskoca üç yılın tamamının meslek yüksekokulu okuyacak bir öğrenci için sınav açısından bir değeri yok. Sadece %13’lük OBP almak için 4 yıl boyunca koşuşturacak. Bir liseden mezun olabilen öğrencinin asgari %6.5 OBP aldığını düşünürsek, yuvarlayarak söyleyelim; dört yılın hülasası %7. Ve lise öğrenimi her nefse mecburi.
“Hergün kaşarlı tost muamelesine maruz bıraktığımız gençlerimize kim izah edecek bu meseleyi?”