Geldiğimiz noktada çok kadim bir hakikati de alt-üst etmiş bir muhalefet şekliyle karşı karşıyayız…
O da iktidarın, iktidarda kalma şekli ve süresine göre mutlaka yıprandığıdır…
Fakat öyle görünüyor ki bugün iktidar değil de, muhalefet ciddi bir parçalanma riskiyle karşı karşıyadır ve anketlerin gösterdiğine göre de, on sekiz yıllık iktidara rağmen hâlâ en büyük iki partinin oylarının toplamı, iktidar partisinin oylarına erişememektedir…
Bir muhalefet eleştirisi yaparken; “İktidar her şeyi yerli yerine oturttu” iddiasından hareket etmediğimi de, bir ön not olarak ifade etmek isterim…
Kaldı ki, hiç kimse için tekâmüle erdirilmiş/erdirilecek ve son noktası konulmuş/konulacak bir sistem -yaratılışın tabiatı gereği- olamaz…
“Hiçbir şey mükemmelle yarışamaz” derken de, bu hakikati kastederiz ve hep bir “oluş” halinde olduğumuzu da bu vesileyle hatırlarız…
Çünkü biz değişirken, bizimle birlikte bütün çevremiz de değişir; hatta gücümüz nispetinde değişimi etkiler ya da değişimden etkileniriz ve bu, nesilden nesile böyle sürüp gider/gidecektir…
Bu temel hakikati görmeden kınayan insan, kınanmayı da göze almak zorundadır…
Peki, hiçbir insan ya da sistem mükemmelin sonuna ulaşamayacaksa bu durumda, eleştiride izlenecek yol ve tutum nedir o halde?
Elbette “Niyetlerin ve gayretlerin samimi olup olmadığıdır” dirim ben ve tabi kimin kiminle iş tutup, yol yürüdüğünü de ekleyerek…
Öyle ya, “Arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” bizim temel düsturumuz değil miydi?
Bugün muhalifler, her ne kadar kapıldıkları açık bir anafordan kurtulmak adına gündemi “seçim de seçim” naralarına paslamaya çalışsalar da bu durum, öyle göründüğü kadar hafif atlatılacak bir “politik-semtom” gibi görünmüyor…
İhtirasları tarafından yönetilenler, her kaptığını döndüren hotumlar gibidirler; kendileri de hortuma kapıldıkları için dokundukları her şeyi de katarla o hortuma…
Nasıl ki bir hortumun kontrol dümeni yoksa ihtirasları tarafından yönetilen siyasetçiler de etraflarına yaydıkları yıkıntıdan kendi paylarına düşeni fazlasıyla alırlar…
İktidar uğruna kimlerin nelerin yaptığına şahit oluyoruz değil mi?
“Değer mi bunca yıkıntıya?” derseniz, “asla” değmez derim; üstelik de göğsümü gere gere itiraf edemeyeceğim “ortak”larım varsa işin içinde…
Bir insan -eğer ödemek zorunda kalacaksa bile- kime diyet ödeyeceğini iyi bilmeli; hele de terör örgütlerinin siyasi uzantısı olduklarında şüphe olmayanlara ise bu diyet, çok daha vahimdir…
“İktidarı tahrip etme çılgınlığı” yaban ellerde medet aramaya kadar varmış ise varın siz düşünün gerisini…
Bir düşünün, eğitim gördüğü, büyüdüğü, gelecek hayali kurduğu ülkesini, aklı başında bir insan felakete, köleliğe sürükleyebilir mi?
Eğer muhteris değilse ve onun dümensiz hortumuna da kapılmamışsa bir insan yıktığı, kırıp döktüğü bir “koltuk”ta mutlu ve özgür bir gelecek hayal edebilir mi?
Oysa mutlu bir iktidara, kırılıp dökülmüş yıkıntılar üzerinden değil, onarılmış yollardan ve alınmış gönüllerin desteği ile gitmek en doğrusudur…
Zira bu ülke hepimizindir; “yeni bir fetih” gerektirmeyecek kadar bedel ödeyen atalarımız sayesinde bu böyledir…
Hiç kimse “Daha iyi daha demokratik yöneteceğim” iddiasına sığınarak, bu ülkeyi müstemleke konumuna düşüremez; zira kimse de buna müsaade etmez…
Üstelik muhalefete olmalarına ve aldıkları oy potansiyeline rağmen, kendi mensupları tarafından bile “despot”lukla suçlanan bir gerçeklik ortadayken…
Elbette seçimsiz ve uzun bir zaman diliminde muhalefetin kendi kitlesini konsolide etmesi kolay değildir; buna bir de iktidarın gücünü ve Sayın Erdoğan’ın kişisel karizması eklediğinizde, iş daha da güçleşiyor…
Bunun farkındayım…
Lakin bütün bu tablo, entrikalar, gizili pazarlıklar, ABD’den medet umma gibi şeyleri meşrulaştıramaz…
Mesele demokrasiyse eğer, onun yolu da yordamı da bellidir; vesselam…