Iğdırlı Onbaşı Hasan…

Abone Ol

Murat Bardakçı’nın babası ve büyük tarih üstatlarından rahmetli İlhan Bardakçı’dan akıl almaz, muhteşem bir Kudüs hatırası. Okurken tüylerim diken diken oldu:

‘Mevki Kudüs,  Mekân Mescid – ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma.

Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübârek makamı dolaşıyoruz.

Kudüs Kapalı Çarşısı’nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid – ül Aksa’nın önüne kavuşturur. “MİRAC” mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıblemize yani…

Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. 12 Bin şamdanlı avlu derler oraya.

Yavuz Sultan Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs’ü Osmanlı Devleti’ne katmıştı da ortalık kararmıştı. Yatsı namazını o avluda kılardı, kendisi ve bütün ordu beraber.

Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan… O isim oradan kalmadır. Sekiz- on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid’in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.  O’nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi… Palto?.. Hayır.  Kaput, Pardösü veya Kaftan? Değil.

Öyle bir şey işte. Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. “Kim bu adam?” dedim. Lâkaydi ile omuz silkti. “Bilmem.” diye cevap verdi. “Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi. Hâlâ duruyor ya… Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz. Kimseyi görmez.”

Kan mı çekti nedir?

Nasıl, neden, niçin? Hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım.

Türkçe: “Selâmünaleyküm baba.” dedim.

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi,  jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu

Türkçemizle cevap verdi:

– Aleykümüsselâm oğul…

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm…

– Kimsin sen, baba? dedim.

Anlattı ki, ben de size anlatacağım. Amma evvelâ biliniz. O cânım Devlet (Osmanlı) çökerken, biz Kudüs’ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor. Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir Artçı Bölük bırakırız.

Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım:

Ben, dedi, Kudüs’ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan Artçı Bölüğünden”… Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:

“Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan’ım”!..

Yarabbi.  Baktım;    bir minare şerefesi gibi gergin omuzlarının üzerindeki başı, öpülesi  Sancak gibiydi…

Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:

“Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi”?

– Elbette, dedim, buyur hele…

Konuştu:

“Memlekete avdetinde (dönüşünde) yolun Tokat Sancağı’na düşerse; Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). O’na de ki”…

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi:

“O’na de ki, gönül komasın. O’na de ki;  “11. Makineli Takım Komutanı Iğdır’lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde, nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım! dedi” dersin”…

Sonra yine dikeldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı Ordumuzun Serhat Nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.”…

Selam ve dua ile…