Türkiye, geçmişte ve bugünde olduğu gibi gelecekte de mazlumların umudu olacak. Bu konuda çok netim, netiz. Başka türlüsüne genlerimiz müsaade etmez, etmiyor. Hatta millet olarak varoluşumuz, yedisinden yetmişine buna bağlı gibi. Verdikçe var oluyor, var oldukça veriyoruz. Paylaşmazsak öleceğiz, ölürsek paylaşılamayacağız.
Bu cümleleri kurduran ve sağlamasını yaptıran bir çocuk var. Ben çocuk diyeyim siz Türkiye’nin geleceği anlayın.
Henüz on yaşında değil. Yeğenimdir kendisi. Geçen gün, ‘Amca sana bileklik yapayım mı’ diye heyecanla sordu. Renkli, küçük lastikleri itinayla birbiri ardına dizerek bilekliği tamamladı. ‘Adını “Gökkuşağı” koydum amca’ diyerek hediyesini takdim etti. Daha bir sürü oyunlar, şakalar, bilumum çocuk şirinlikleri…
‘Amca, bunlardan daha bir sürü yaptım ben’ diyerek devam etti. Neden dedim. ‘Babama verdim, dükkanda tanesini üç liradan satıyor’ dedi. Güldüm. Hoşuma gitti. Ne yapacaksın o paralarla dedim. ‘İdlib diye bir yerde yetim çocuklar varmış onlara göndereceğim’ dedi.
“Nasıl?” dedim. Bu nasılda biraz hayret, biraz gurur, çokça da özeleştiri vardı. Heyecanla devam etti. ‘Bayram harçlıklarımdan kalan parayla bir tane sadaka kutusu aldım. Biraz da bu lastiklerden. Annemle babam da yardım etti. Ben de bileklikleri yapıp babama verdim. Dükkanda satmaya başladı. Şimdiden yetmiş beş TL kazandım. Her gün annemin telefonundan babamı arayıp bilekliklerin satılıp satılmadığını soruyorum. Sadaka kutusunu doldurunca İdlib’e göndereceğiz.’
Büyüdüğümüz için akıllandığımızı sanan bizlere, bu nevi bir ticaret, hiç akıllıca gelmez. Hele bir de üç ay ömrüm kaldı diyerek dilenen birini, dokuz ay sonra yine aynı yerde aynı teraneyi zırvalarken görünce hepten kalpsizleşir aklımız. Kabahatin hepsi olmasa da çoğu bizde aslında. Etraf da buna inanmamız için türlü bahaneler sunmuyor değil. Fakat en güçlü silahı riyasız merhamet olan bu çocuğun, yumuk yumuk ellerinin bileklikleri örerken adeta yumruğa dönüştüğünü görmek; ve o yumruğu ta derinlerde hissetmek, bizi bir nebze kendimize getirir.
Kendimize gelsek ne olur peki?
Düşünelim.
Mesela Fatih Sultan Mehmet Han, kendine gelmiş biridir. Misal, Osman Gazi, kendine gelmiştir. Örneğin Muhammed Ali, gayet kendindedir. Aliya mesela, tam olarak Aliya’dır kendisi. Ve daha yüz binlercesi. Hepsi de kim olduklarını, nerede durduklarını, neyi temsil ettiklerini, ne istediklerini, ne yaptıklarını gayet iyi bilmektedir. Peki biz gerçekten kendimizde miyiz? Kimdik ve kimiz?
Düşünelim.