Bir ülkede, halkın şikâyetlerinin yönetimde karşılık bulmasının olağan yolu, demokratik kanalların açık tutulmasıyla, idare ve halkın barışçıl usullerle temasının sürdürülmesidir. Bütün barışçıl yollar kapatıldığında, halkın kendi sesini duyurabileceği yollar daraltılmış ve nefes alacağı menfezler kapatılmış olur. Bu da daha büyük sosyal sıkıntıları davet eder. Bunu bertaraf etmenin en tabii ve doğru yolu, “olumlu eleştiri” kapısının kapatılmamasıdır. Olumlu eleştiri,Hz. Peygamber ile dostları arasındaki anlamaya ve eleştiriye izin veren, yanlış anlamaları gideren mütevazı ilişkide her zaman olmuştur.
Şeffaf, katılımcı ve karşılıklı temasa önem veren model oluşturmaya çalışan çağdaş kamu yönetimi ve idare hukuku da, idareci ve halkı ima ederken “yöneten ve yönetilen” ifadelerinden özellikle kaçınır. Onun yerine, “kamu hizmetini sunan” ve “kamu hizmetinden yararlanan” ifadelerini tercih eder. Bu aynı zamanda, idareciye verilen bütün makamların ona bir “emanet” olduğunu hatırlatan kültür ve geleneğimizi destekleyen bir düsturudur. Kendisine müdürlük, rektörlük veya siyasi pozisyon verilenler, “Halka ve Hakka hizmet”in sadece bir aracı oldukları erdemini taşımalıdır. İdareci, makamından kendi adına şeref ve güç alan değil, kendinden fedakârlıklamakamına değer katan kişi olmalıdır.
Paylaşmanın kaba bir bencillikle, özgüvenin küstahlıkla, saygının yalakalıkla yer değiştirdiği bir çağın içinden geçiyoruz. Bu sosyolojik değişimin yalnızca zamanın değişmesiyle açıklanması kolaycılık olur. Kendini koruyacak kadar olduğunda içgüdüsel olarak madde ve çıkara yönelmek meşrudur, ancak bunun bir hayat felsefesine veya temel değere dönüşmesi, kazanılması için emek gereken diğer bütün üst değerleri yok eder.
İdareciler de bundan en fazla nasibini alanlar belki de. Çünkü, kaynaklara rahat ulaşıyor olmak ve makam sevgisi gibi iki esaslı “afet” ile her dakika sınanırlar. Buna diğerleri de eklenebilir, ancak mal ve makam, geçici bir emanet olarak görülmeyip “kalb”e yerleştiğinde, insanın kişiliği ve çevresini algılamadakitarzı ileri yaşlardan sonra bile kolaylıkla değişebilir.
Halk olmadan “idare” anlamsızdır. Halk için bir yenilik getirmeyen, onun işini kolaylaştırmayan, sistemin halkın aleyhine olan açıklarını ıslah etmeye gayret etmeyen idareci işini hakkıyla yapmış olur mu? Öğrencisi olmayan bir üniversitenin rektör veya yardımcısı ne işe yarayabilir? İdare tarzına, sevgi ve muhabbet katamayan Lise müdürü işini hakkıyla yapabilmiş midir? Yani idarecinin varlık sebebi binalar değil, kamu hizmetini sunduğu insanlardır.
Makamını komplekslerini giderme yerleri olarak kullanan,kamu hizmetini sunduklarına tepedenbakan yöneticilere değil, “başları dolu buğday başakları” gibi yerde olan, emanet ve ehliyeti taşımak zorunda olduğunu unutmayan idareci modeli doğru modeldir. Eğer onlar azlarsaöncelikle onları yetiştirmeye mecburuz.
Konfüçyüs’ten Buda’ya kadar yöneticilere hitaben yazılan rehber ilkeler vardır. İnsanlara ve özellikle idarecilere öğütleri (pend, nasihat) içeren “Pendname”ler, asırlar boyunca bazen bizzat yöneticilerin talepleriyle,bazen de âlimlerin kendi insiyatifleriyle kaleme alınmış ve bunlarla yöneticilere “çizgide kalmaları” için rehber ilkeler hatırlatılmıştır.Hz. Ali, Gazali, Attar veGüvahi’nin bu nasihatları en fazla bilinenlerindendir ve bu öğütlerden, bir kamu kurumundaki şeflerden en üst seviye idarecilere kadar herkesin alacağı bir hisse vardır. Mesela Gazali,meseleyi üç bölümde toplamış ve konu başlıklarını şöyle belirlemiştir: “İdarecinin adaleti”, “idarecinin merhameti”, “idarecinin öfkelenmemesi”,…
Antik Yunandan modern zamanlara gelene kadar Batıda daçok sayıda görüş ortaya çıkmıştır. En bilineni Machievelli’nin “Prens”i vebu anlamda okunası çalışmalar arasında ve bunlardan sadece birisi.
İdarede, kalite ve kalite güvence usulleri, üzerinde kafa yorulmuş, iyi planlanmış ve denenmiş çalışmalar konusunda bütün dünya rekabet halinde. Bunlar, yönetime teknolojinin katılması yanında, kamuda zamanında hizmet sunumu, hız, etkinlik, adil dağılım, güçlü denetim, verimlilik ve hesap vermeyi de içeren halk lehine ilke ve usuller.
Sistemin kurduğu güçlü denetimin dışında, Alman, Hollanda veya Norveç vatandaşlarının daha sistemli, belirgin ve geleceği görebilen bir yapı içinde olmaları,onların bizden ne daha ahlaklı, ne de daha zeki oldukları anlamına geliyor. Başarılarının kaynağı, tekniğe inanmak ve ölçülebilir değerlere dayalı bir sistem kurma gayretinin sürekli olarak devam etmesi ve dayandıkları bir idare felsefelerinin oluşu.
Japonların kendi sosyo-kültürel kaynaklarına dayalı olarak geliştirdikleri Kaizen felsefesini hem özel sektörde hem de kamu sektöründe başarıyla uygulanabiliyor. Bu model, Japonların geliştirdiği modellerden yalnızca birisi.
Tarihin şahitlik ettiği bütün sistem değişikliklerinin dayanak referansları ve iyi/kötü felsefeleri vardır. Bizde de, sistem değişikliklerinin öncelikle ortak akıl ile temel referans/değerler üzerine bina edilmesi gerekir. O halde, bu ana sütunların neler olması gerektiği yönündeki soruya kalıcı bir cevap aramak gerekir. Bu noktadan itibaren bizde temel değer ve referanslardan ne anlaşılması gerektiğine bakalım:
Bir başlangıç olarak:Bizim kültürel referanslarımızın öne çıkardığı, ancak sürekli ihmale maruz kalan değerleri hatırlayalım: İnsan, insanın hak ve hukuku (temel haklar), özgürlük,adalet, hakkaniyet, emaneti ehline teslim,liyakat, işleri ehliyle meşveret (uzmanlara danışma). Bu ipuçlarının devamını diğer yazılara bırakalım.