Türkiye, 300 yıldır bir darboğaz ve kriz dönemlerinden geçen bir ülke olarak vazgeçemeyeceği, ertelemeden icra edeceği temel ilkeler olarak “adalet” ve “hakkaniyet” ile “insan onuru” kavramlarını sistemin merkezine yerleştirmek zorundadır. Ülkede sistem kurma gücü olan kurucu yapıların ve onların alt kademesindeki elleri olan kamu kurumlarının kişi ve hak özgürlüklerini korumada, adaletin tesisinde aynı hassasiyeti göstermesi şarttır. Sınıflı, farklılaşmış, birbirine yabancılaşmış, parçalı bir toplum oluşturmamak adına ve ülkenin geleceği için, hakkaniyette bir temel değer olarak ısrarcı olması elzemdir. Sadece dostlara değil, bütün insanlara ve onların oluşturduğu bütün meşru topluluklara da adalet ve hakkaniyetle muamele edilmelidir.
Daha önceki yazılarda da belirttiğimiz gibi, toplumu birbirine bağlayan “sosyal sözleşme”nin ana felsefesini, toplumun bireylerinin, bir kısım çıkarlarından gönüllü olarak vazgeçerek bazı yetkilerini devlete bırakmalarıdır. Böylece oluşacak düzen ve güvenlik ortamından yararlanmak gibi ortak menfaat adına karşılıklı bir feragat oluşmaktadır. Bu yönde düşünen düşünürlerden İbni Haldun, bir araya gelen insanların paylaşım probleminden kaynaklanan uyuşmazlıkları çözecek bir adalet ihtiyacı olduğunu, bunun için devletin gerekli olduğunu ve dolayısıyla Devlet kavramının ortaya çıkmasındaki sebeplerden birisinin de “adalet” olduğunu söyler.
İster klasik geleneksel devlet modelinin isterse modern devlet anlayışının devlete yüklediği ilk yükümlülük toplum fertlerinin birbirlerine karşı gerçekleştirdikleri hak ihlallerinin engellenmesidir. Aynı zamanda kişilerin meşru hakları, Devletin bizzat kendisine karşı da Devletin bağımsız mahkemeleri tarafından korunmalıdır. Üçüncü olarak ülke halkının dış devletlerin saldırılarına karşı “güvenliğini sağlama” vazifesi de Devletin omuzundadır.
Bu güvenlik ise sadece kolluk güçleri aracılığıyla fiziki korunmayı değil, aynı zamanda manevi/ruhi tarafıyla insanın korunması ve sosyal hayatın her görünümünde kendini güvende hissedebilecek bir ortamın inşasını da kapsar. İşte bu ortamı sağlayacak şemsiye kavram “adalet” olmaktadır. Mutlak bir eşitlik dünyada mümkün olmayabilir. Ancak bu arayışı “Nispi Adalet” ve hakkaniyet ile sürdürülmesi coğrafyamızın fazlasıyla bir ihtiyaç duyulan bir gerekliliği olduğunu unutmamalıyız. Adalet ise kuru bir söylemden, icraya dönüşürken onu somutlaştıran kavram “hakkaniyet” olmaktadır. Hakkaniyete erişmek, “denkleştirici adalet”, yani “nispi adalet”in yardımıyla olur.
Her bir somut olay, durum ve uyuşmazlığın içeriği ve detayları, öncelikle kanunların uygulanmasıyla çözülmeye çalışılır. Hâlbuki kanunlar, ancak “kanun adaleti”ni sağlayabilir ve bazen kanun, durumun gerektirdiğinden daha katı ve merhametsizce yorumlanabilir. Oysa, “kanunüstü adalet” olarak tabir edilen ideal adalet, kanunun üzerinde olan “hukuk” ve “adalet” ideallerine ulaşmaya çalışır. İşte tam da bu noktada, “hakkaniyet” bir hakkı teslim ederken, paylaşırken veya bir cezayı öngörürken muhatapların sübjektif durumlarını dikkate alır.
Bu anlamda adaleti, formel kalıplar içine sıkışan “kanun” ile sınırlamak hatalıdır. Kanunların, “adalet ideali”ne erişmede ancak bir araç olduğu unutulmamalıdır. Yani kanun, kutsal olmadığı gibi, her şey de demek değildir; ancak adaletin tecellisi için minimum bir gerekliliktir.
İşte bu sebeple, gökyüzündeki soyut ve ideal olan adaleti, “somut olay adaletine” çeviren “hakkaniyet” anahtarı devreye girmelidir. Hakkaniyet, doğru uygulamalarıyla, toplumu tatmin eden ve huzur veren, onları bir arada tutmaya yarayacak gerçekçi ve görünebilir bir “adalet pratiği”ni de temsil etmiş olur.
Devlet yönetiminde hakkaniyete uygun hareket, rasyonel bir idarenin ve mantıklı bir sistem kurmanın bilinçli tercihi olmalıdır. Çünkü hakkaniyet, devlet idaresinin asla unutulmaması gereken etik/ahlaki yüzüyle de ilgilidir.
Devleti idare edenler adil bir toplum düzeni kurarken hakkaniyeti sağlayacak olan “dağıtıcı adalet” uygulamalarıyla halkın gönlünde taht kurabilirler. Burada kastımız popülist politikalar değil, ekonomik dar boğazda da refah zamanlarında da halka karşı ayrımsız ve adil muamele göstermeyi başarmaktır. Bu anlamda, nimet/külfet dengesi de adalet ve hakkaniyet gözeterek dağıtılmalıdır.
Toplum refahı oluşturan ve zaman zaman tabandan tavana bazen de tavandan tabana inen zenginlik ve refahın paylaşımı da genel adalet ve özelde sosyal adaletle ilgilidir ve “fırsat eşitliği” bu tür adaletin bir görünümünü oluşturur.
Bir sınıftaki bütün çocuklara elli gramlık çikolatanın dağıtılması eşitlikçi bir adalet uygulamasıdır, ancak yeterli değildir. Bu dağıtıcı adalettir. Ancak sınıftaki bütün çocukların kiloları, alerji durumları, kan sayımları gibi onlarca ayrı sübjektif kriter düşünülerek onların ihtiyaçlarına göre birine kırk gram, kimisine altmış gram vermek denkleştirici adalettir ve hakkaniyetli bir dağılım ile “nisbi adaleti” sağlamış olur.
İşte devlet yönetiminde veya kamu kurumu başındaki yöneticinin, ideal adalete ulaşana kadar kılı kırk yararcasına adaletle yönetimde ısrarlı olması gerekir…