Beyaz iplik siyah ipliğe dönüşüp eskimeye yüz tuttuğunda her gece içimde bir mahşer kurulur.
Kim bilir Afrika’nın hangi köşesinde hangi esmer çocuk açlıktan son anlarını yaşamakta…
Yeryüzünün en büyük mülteci mezarlığı Akdeniz’de bu gece kaç mülteci bir daha güneşin doğuşunu göremeyecek?
Paris’in, Nairobi’nin, İstanbul’un tenha, kuytu ve izbe karanlıklarında kaç çaresiz hayat kadını güne sarhoş kusmuğuyla uyanacak?
Mumbai’nin acı ve çileye çalan sokaklarında büyüyüp, yine sokakta son nefesini verecek Hintli kaç çocuk daha dünyaya gelecek bu gece?
Hangi masum ve dilsiz hayvan zalim insanoğlunun işkencesi ile hayata gözlerini acılar içinde yumacak?
Batı’nın merhametsiz ve soğuk sınırlarında bu gece Doğu’nun hangi evladı anasını, kardeşlerini düşünerek bir daha uyanmamak üzere dalacak ölüm uykusuna…
Acılar kıtasında kelebeklerden daha az hayat sürecek masum kaç çocuk var acaba?
Yeryüzü acılarına dair daha onlarca kıymık acısı soru…
Bu sorular içimi yorup, başımı önüme düşürdüğünde gözlerimin önünde Yeşil Yol filminin o muhteşem sahnesi belirir. İri cüssesine rağmen dünyanın acıları altında ezilen ve suçsuz olduğu halde idama giden John Coffey’in (Michael Clarke) kendisini kaçırmak isteyen Paul Edgecomb’e (Tom Hanks) buğulu gözleri ve titrek masum sesiyle “Yoruldum patron” cümlesi yankılanır zihnimde;
“İnsanların birbirlerine kötü davranmasından, her gün dünyada hissettiğim ve duyduğum acılardan yoruldum. Çok fazla var. Sanki her an içime kafama cam parçaları batıyor. Anlıyor musun patron?”
Bu sahnenin ardından aşağı düşmüş başımı evrenin o simsiyah eşsiz boşluğuna çevirip hiçliğime sığınırım. Evrenin muazzam boşluğuna saçılmış milyarlarca yıldıza doğru ışık hızında ilerlerken yeryüzü, dünya gittikçe küçülür ve kaybolur. Gözle görülemeyecek kadar küçüldüğünde ise “Bütün bir evren içinde gözle görülemeyecek kadar küçük dünyayı içindeki tüm mahlûkatla yoktan var eden bir kadir-i mutlak VAR var. İyi ki O ve adaleti var.” der sükûn bulurum.
Coğrafyası neresi olursa olsun, başkalarının acılarını hissetmek ve dindirmek için misyon üstlenmek bir insan için en büyük erdemdir. Başkalarının acılarını hissedebiliyor isek insanız aslında…
İyilik coğrafyası kendi bedeninin ötesine geçmeyen, iyilik sınırları sadece kendi bedeninden müteşekkil insanlar kayıptadır…
Allah’ın yeryüzünde hamilik misyonu yüklediği bir millet olduğumuzu da hatırlarsak yükümüz oldukça ağır.
Bir merhamet coğrafyası olan Anadolu’nun mütevekkil ve muvazzaf çocukları isek eğer, Peygamberin bir gece Mekke’den Kudüs’e oradan arşa yürüdüğü gibi acılara duçar olmuş evreni adım adım gezmeli ruhumuz.
Yeryüzünde emr-i bil maruf nehyi anil münkerle yani iyiliği emretmek kötülüğü nehyetmekle emrolunmuş bir ümmetin çocukları olarak coğrafyasına, diline, dinine, meşrebine bakmaksızın dokunmalıyız insanlara ve acılarına.
Milletimizin üç önemli coğrafyası var. İlki şu an yaşadığımız sınırlar içindeki millet coğrafyamız. İkincisi medeniyet sınırlarımız içindeki ümmet coğrafyamız. Üçüncüsü ise tüm dünyayı içine alan insanlık coğrafyamız.
Onun içindir ki yaklaşık 8 milyar dolar ile dünyanın en büyük insani yardım bağlamında donör ülkesiyiz.
Herkes gecenin karanlığına teslim olduğunda merhamet çocukları olarak vicdanlarımız kıtalar gezmeli… Uykuya dalan Mekke’de açlıktan inleyen ihtiyar ve çocuklarını arar gibi…
Yeryüzünde hüküm süren çürümüş tüm zulüm ve sömürü sistemlerini bir bir yürürlükten kaldırıp, yerine gürbüz bir merhamet ve paylaşım medeniyeti inşa etmek Allah’a verilmiş sözümüz değil mi?..