Bugün Ömer Seyfettin’in vefatının yıl dönümü. Hemen herkesin çocukluğuna döndüğünde karşısına çıkan ilk isim Ömer Seyfettin’dir. Sahi, onu okumayan var mıdır? Onun hikâyeleri çocukluğumuzu imar eden, milli mefkûreyi dimağımıza yerleştiren, mücadele, şeref, ahlak ve inancı ete kemiğe büründürerek ruhlarımıza yediren muhteşem eserlerdir. Henüz 8-10 yaşlarındaki bir çocuğa vatan aşkı, dürüstlük, haysiyet, şehitlik gibi duyguların nasıl aşılanacağının cevabı onun hikâyelerinde saklıdır. Diyet, Başını Vermeyen Şehit, Kaşağı, Yalnız Efe, Pembe İncili Kaftan, Kütük ve daha nicesi… İşte bu hikâyeler okuyanı sağaltan, idrak ve şuurun kıyılarına ulaştıran, silkeleyen, özüne döndüren eserlerdir. Ömer Seyfettin, Akif’in şiirle yapmak istediğini hikâye ile gerçekleştirmiştir. O aynı zamanda Türk hikâyeciliğinin de kurucusudur. Hikâyelerini çocuklar için değil milletin tüm fertleri için yazmıştır. Bu sebeple her yaşta dönüp dolaşıp yine Ömer Seyfettin okuruz.
Ömer Seyfettin 11 Mart 1884 tarihinde Yüzbaşı Ömer Şevki Efendi ve Fatma Hanım'ın oğlu olarak Gönen’de doğdu. Baba tarafından Kafkas Türkü, anne tarafından İstanbullu bir aileye mensup olan yazarın çocukluğu babasının görevi sebebiyle farklı şehirlerde/kasabalarda geçti. Küçük Ömer’in özellikle annesi vasıtasıyla kültürel bir ortamda büyüdüğü, küçük yaşlarında kitaplarla ünsiyet kurduğu anlaşılıyor. Daha iyi bir eğitim alması için annesiyle birlikte İstanbul’a gelen küçük Ömer daha bu yaşlarda yoğun bir eğitim almıştır. Babası cepheden cepheye koşarken Ömer Seyfettin önce Askeri Rüştiye’ye daha sonra Askeri İdadiye devam etmiştir. Bu yıllarda şiirle tanışmış, arkadaşları arasında “şair” olarak anılır olmuştur. Bunun yanı sıra hırçın, deli dolu bir gençtir. İlk şiiri İdadi’nin(lise) son sınıfında iken Mecmua-i Edebiye’de yayımlandı. 1900’da buradan mezun olarak Mekteb-i Harbiye-i Şahane’ye kaydoldu. Bu okulun ilk yıllarında şiir ve edebiyata daha fazla ilgi duymaya başladı. Balkanlarda karışıklıkların artması üzerine Ömer Seyfettin’in dönemi piyade mülazımısânisi (asteğmen) rütbesiyle 1903 yılında erkenden mezun edildi. Henüz 19 yaşında olan genç Ömer, Selanik’te bulunan Üçüncü Ordu’nun İzmir redif tümenine, oradan da Kuşadası’ndaki redif taburuna gönderildi.
Selanik, İzmir ve Kuşadası’nda bulunduğu(1903-1908) ve Turancılık akımının yükseldiği o yıllarda Ömer Seyfettin de bu akımından etkilendi. Kuşadası ve İzmir’deki görevi boyunca basın hayatının içinde bulundu; bu vesileyle Serbest İzmir, Sedâd ve Muktebes adlı süreli yayın organlarında yazı ve şiirleri yayımlandı. 1908’de teğmen oldu. 1909’dan sonra Balkanlara gönderildi. 1911’de Yedinci Ordu’daki görevinden ayrılarak Selanik’e geldi. Selanik’te, Ömer Seyfettin’in bundan sonraki hayatını yakından etkileyecek üç şey hayatına girdi. Bunlar; Genç Kalemler, Ziya Gökalp -İttihat ve Terakki- ve en önemlisi hikâyedir. İlk hikâyesini Balkanlardaki görevi sırasında tuttuğu günlüklerden hareketle “İrtica Haberi” adıyla Genç Kalemler’de yayınladı. “Edebiyatta ve lisanda bir ihtilal meydana getirme” arzusunu “Yeni Lisan” makalelerinde dile getirdi. Bu makalelerde esaslarını belirlediği dilin örneklerini kaleme aldığı hikâyelerinde göstermeye çalıştı. “Yeni Lisan”ın sadece bir dil ve edebiyat meselesi olmadığını; onun aynı zamanda bir hayat meselesi olduğunu bütün ömrünce kaleme aldığı çalışmalarında anlattı. Türklerin Masonluk, Sosyalistlik gibi milletlerarası teşekküllerden uzak durmasını istedi. 1912 Balkan Savaşları için yeniden cepheye döndü. Savaştı, esir düştü. 10 ay kadar süren esirlik hayatının ardından 17 Aralık 1913’te İstanbul’a döndü. 1918’de eşinden ayrılarak yalnızlık ve bekârlık günlerine geri döndü. Anadolu’yu dolaştı. Yeni Mecmua’nın başında bulunduğu bu dönem, onun hikâyeciliği yönünden en üretken yıllar oldu. Onlarca hikâye yazdı. Ölümüne kadar geçen sürede bir taraftan sağlık problemleriyle uğraşırken, diğer taraftan kalem faaliyetlerine ve öğretmenliğe devam etti. İşgal günlerinde cephede olamamanın acısı içinde yatağa düştü. Hastalığının tedavisi mümkün olmadı. 6 Mart 1920’de henüz 35 yaşındayken vefat etti. Ölüm sebebinin şeker hastalığı olduğu anlaşıldı. Cenazesini hastanede tanıyan olmayınca kadavra olarak kullanıldı. Başı kesildi, vücudu yarıldı. Gazetede resmini gören arkadaşları gidip başsız cenazeyi aldı ve gömdü. Daha sonra mezarı üzerinden yol geçince bu defa Zincirlikuyu mezarlığına nakledildi. Ömrü milletinin istiklali için mücadeleyle geçmiş bir büyük insan işte böyle uğurlandı. Ruhu şad, mekânı cennet olsun.