İbn Haldun’dan bugüne bakmak…

Abone Ol

İbn Haldun, İslam toplumunda hâlâ hak ettiği şekliyle anlaşılamasa da geçmişe oranla çok daha fazla ilgi uyandırmaya devam ediyor.

O, 600 yılı aşkın bir süreden beri bugüne çok güçlü mesajlar vermeye devam ediyor.

Onun büyüklüğünü anlamanın bir yolu da İbn Haldun’un, kıymetli mücevherlerin kaderini yaşıyor olmasını kavramaktan gelir.

Nasıl ki altın sadece iyilerin değil, kalpazanların da kendi çıkarları için kullandığı kıymetli bir maden ise İbn Haldun’un fikirleri de hem iyilerin hem de kötülerin müracaat kaynağı olmuştur. 

Tıpkı büyük düşünür Cabiri’nin de ifade ettiği gibi; Mukaddime ne yazık ki sadece iyi niyetlilerin değil, kötülerin de kendilerine göre manipüle edebildiği muhteşem bir eserdir.

Maxime Rodinson da -düşünce periyotlarımız aynı zeminde olmasa da- Karl Marx üzerinden verdiği örnekle bu hakikati çok güzel özetliyor: “Şüphesiz Karl Marx birçok şey söylemiştir. Onun düşünsel mirası içinden, herhangi bir düşünceyi gerekçelendirmeye yarayabilecek bir şeyler bulmak hiç de zor değildir. Marx’ın düşünsel mirası Kitâb-ı Mukaddes’e benzer; çünkü şeytan bile kendi sapık fikirlerini desteklemek için Kitâb-ı Mukaddes’ten bir şeyler bulabilir.” der.

Bu çerçevede bugüne kadar mümin ve ateist, kâhin ve hokkabaz, filozof ve tarihçi, iktisatçı ve sosyolog, hatta Karl Marx’ın kendisi bile Mukaddime’den kendi fikirlerini gerekçelendirebilmek için bir şeyler bulabildiler.

Her ne kadar “oluş ve bozuluş” yaklaşımıyla Aristo’dan etkilendiği ifade edilse bile, İbn Haldun ne Doğu’da ne de Batı’da “öncesi olmayan” fikirleriyle gerçek ve orijinal bir düşünce üreticisi konumundadır.

İngiliz tarihçi Arnold Toynbee, İbn Haldun için “Tarih felsefesini idrak etmiş, tasavvur etmiş ve inşa etmişti. Hiç şüphe yok ki onun çalışması, herhangi bir zamanda ve herhangi bir yerde; herhangi bir akıl tarafından ortaya konulmuş olan, türünün en büyük örneğidir” diyerek onu müstesna bir konuma yerleştirir.

Robert Filint ise şu sözleriyle çok daha güçlü bir yer tayin eder ona; “Vico da dâhil, onun tüm zaman ve mekânlarda eşine rastlanmamış biri olduğunu görürüz. Ne Platon ne Aristo ne de Aziz Augustinus onun emsali olabilir. Geriye kalanların adları bile onunla anılmayı hak etmez”.

Bizim övgümüze ihtiyaç duymayacak kadar büyük ve kabul görmüş bir fikir insanının bugüne ne söylediği elbette önemlidir.

İslam coğrafyasının, özelde de milletimizin, tehlikelerin farkına varabilmesi ve onlara karşı nasıl bir tedbir geliştirebileceği konusunda asırlar öncesine dayanan bir “erken uyarı sistemi” olarak İbn Haldun fikirlerinden yeteri kadar istifade edememesi gerçekten de üzüntü vericidir.

Müslümanların darmadağınık hâlinin, “asabiyet” ya da dayanışma anlayışıyla imar edilememesi bile, onun ne denli dikkate alınmadığının açık delilidir.

Oysa İbn Haldun, asabiyeyi tıpkı bir şehri koruyan surlara benzetir.

O görünmez duvarlar, aslında bir toplumun en güçlü savunma hattını inşa eder.

Dayanışması, bağları kuvvetli bir toplumun arasına fitnenin girmesi mümkün olabilir mi?

O, saldırganlığın/düşmanlığın insanın doğasıyla ilgili olduğunu söylerken bunları dört ana kategoriye ayırıyor.

İlki şehir dâhilindeki bireylerin birbirine düşmanlığı, ikincisi şehre dışardan gelen saldırılar; bu ikisini devlet, devletin askerleri ve şehrin surları engeller.

Üçüncüsü bedevi toplulukların birbirine karşı düzenledikleri saldırılar ki bunları engelleyen unsur asabiyettir.

Dördüncüsü de kabilelerin dâhilindeki bireylerin birbirine yönelik saldırılarıdır. Bunları da kabilelerdeki büyük şahsiyetler engeller.

Modern bireyciliğin dayatıldığı, insan aklının “tanrı”laştırıldığı ve mutlak bir ihtiyaçsızlığın zerk edildiği bir zamanda “asabiyet”, birilerine “hariçten gazel okumak” gibi gelebilir; ancak kurtuluşun tek anahtarıdır.

Asabiyetini kaybetmiş bir toplum, surları yıkılmış bir kale gibi her türlü istilaya açıktır.

Son zamanlarda çeşitli provokasyonlarla “asabiyet” testine tabi tutulduğumuzu ve koruyucu manevi surlarımızın taciz ateşleriyle test edildiğini de hatırlamak ve saflarımızı sıkılaştırmak zorundayız…