Şiirinin bir dünya görüşüne ve o dünya görüşünün dili üzerine oturtulması gerektiğini söylediğimde şöyle tuhaf ve beklemediğim cümle ile karşılık vermişti;
“Ben şairim istediğim felsefeyi ve kelimeyi kullanırım”
Bu cevap karşısına ‘çok şiir yazmak yerine çok şiir okumak daha önemli ve daha öncelikli olmalı’ ikazını yapmıştım.
Çok şiir değil aslında çok okunması gerekiyor.
Ki bu vasatta şairimiz mumdan kanatlarla uçtuğunun farkına varabilsin.
Kendi dünyalarının iyi şairleri, güneşi gördüklerinde kanatları eriyerek yere çakılmasınlar.
Yeniden ayağa kalkabilecek kudretlerinin olduğundan emin olabilsem ‘yere çakılmalarında bir sakınca yok’ diyeceğim fakat kalkamazlarsa, ‘Ben ne yaptım kader sana, mahkûm ettin beni bana’ tarzı arabesk şiirlerin artmasından endişe duyduğum için demiyorum.
Gerçekten bir şiir yazmaya cesaret edemeyenler, şiir yazmanın düz yazı yazmaktan daha zor olduğunu anlayabilirler mi bundan da şüpheliyim.
Şiirin his makamının okuyucusunda neye tekabül edeceği tam olarak kestirilemese de nerden geldiği, nereye gittiği ve neyden beslendiği sorularına cevap verilemeden şiir yazmak kolaycıların ve taklitçilerin işi…
Ve bu türden yazmasa da olur şairlere her dönem çok rastlanılır.
Zarifoğlu’nun, ‘mış gibi’ yapmanın her zaman suni bir tarafının olduğunu hatırlatan ‘Uyarılan Şair’ isimli şiirinde hüzün taklitçilerine ve acı çekiyormuş gibi duran şairlere istihzai bir göndermesi vardır.
İşte, şiirinin idrakine varamayanlar için her zaman genel geçer bir şiir atmosferi tasvir eden Zarifoğlu’nun şiir mekânı;
“Bakımlı parkların görgülü ağaçları, eli yüzü düzgün kibar dalları, sarı yaprakları günışığını sarınmış bırakmamış, banklardan her birinde gündüzden kalma bir koku, bir kedi miyavlar yalnızlık hakkında, elinde bir belgeyle geçer, yakın denizde bir derinlik kokusu ve kımıldayan bir ölüm duygusu ve deniz, onun sularda olmayan bir sesle, mendireğin iri kayalarına yalvarışı, ışıklarını takınmış zillerini kapamış son ada vapuru, haydi ay da sulara kaysın denize yaysın gümüş dantelasını…”
Ve manzarayı resmettikten sonra şairi koyarak önüne;
“Bir şair olarak geç karşılarına, bir de sevgili yavrula kalbinin minicik seslerinden, yavaş yavaş boğulan, hafif bir de sarhoşluk özlemiyle kendini, parktan anladığın dostluğa ver, bir miktar da elbette ağlamak istersin, saçın kararmış yakından neşeli insanlar geçmiştir, haydi toprağa çök de ağla…”
Her şiir için uygun bir dekor…
Her halde ziyadesiyle kullanıla kullanıla yıprandığından olsa gerek batmaya yakın güneş tasviri yok…
Ya da az aşağıda deniz var, bir müddet sonra o da olacak…
Şiirin sihirle iştikaki bir bağı olmasa da şairler kafalarındaki mana, mazmun, anlam veyahut mecaz yoğunluğuyla esrarlı bir şekilde yaşarlar.
O kadar ki neredeyse bütün ömürleri uçuyormuş gibi gökyüzünde geçer…
Ve çoklarının balmumu kanatları o yükseklikte güneş sıcaklığına dayanamaz,
Yerçekimine yenik düşerler…