Çok sevgili hocamız Cuma vaazında, “Hutbeyi dinlemek farzdır” deyince, bir an sorasım geldi: “Hocam, siz dinlemesi farz olan hutbe okuyor musunuz ki?” Küçüktür camimiz. Herkes birbirini tanır. Yine de ukalalık edecek olma ihtimalini sıfırladım. Yutkundum.
Bir dönem hutbe yazım tekniği üzerine çalıştığım için biliyorum. Dolaylı konuşma şaheseridir bizim hutbelerimiz. Uzun ve geniş teorik çerçeveler çizer önce, asıl konu o kalabalık ve bol referanslı cümleler arasında kaybolur. Cemaatin dikkati de sanki özellikle kaybedilen asıl temayı duymaya yetmez. Mesela, “Kırmızı ışıkta geçme!” demek için, Karayolları Kanunu’ndan açar sözü, trafiğin türlerini sıralar, konu bir türlü kırmızı ışığa gelmez.
Anlıyorum; belli ki akademik bir kaygısı var hutbe yazan hocalarımızın. Veda Hutbesi’ni okuyanlar ise, Peygamberimizin(sas) hiç de böyle bir kaygısının olmadığını görecektir. O hutbenin cümlelerine bir bakın. Mesela şöyle der âlemlere rahmet: “Ey insanlar, babanız Âdem’dir. Âdem ise topraktandır.” Duru ve doğrudan. Karmaşasız ve dolayımsızdır. Babamızın Âdem olduğuna dair ayetleri sıralama ihtiyacı duymaz. Âdem’in topraktan yaratıldığı konusunda bilim adamlarının ittifakına vs. girmez. Net konuşur. Sözünün sonunu bir “Milli Şairimiz diyor ki”lerle süslemeye kalkmaz.
Hutbeyi yazmak bir dert ama okumak daha büyük derttir. Eline kâğıt tutuşturulan hocamız, kâğıdı eline alır almaz, birden yabancılaşır bize. Başka biri oluverir, aramızdan ayrılır. Muhatabı bilinmeyen bir seyirci grubuna tirat çekmeye başlar. Sanki bize konuşmuyordur; hem okuduklarına inanmaz gibidir. Ismarlamadır söyledikleri, rolünü oynuyordur. O sırada biz cemaat de ötekileşiriz, haliyle. O bize yabancı; biz de ona yabancıyızdır. Garip bir mesafe açılır aramızda. Hocamızın hâli, “sanki bir an önce hutbe bitse…” şeklinde okunur. Cemaatin hali de bundan farklı değildir. Hutbenin sonunda hoca aramıza iner. Hutbenin ahirinde hocamızın aslından okuduğu ayetleri de bu sürece katıyorum; onları da bir üst perdeden okuyarak, gerçeğin dışında bir yerde olduğu imajı verir bize. Hutbe bite bitmez, birden içimizden biri olur hoca. Konu camiinin elektrik ve su faturasıdır; akan kubbesinin tamiridir vs. Hocamız, o uzak tavrını keser ve sahici bir tonla konuşur bize. Göz göze geliriz ilk defa. Samimiyet yayılır caminin her köşesine. Çünkü fatura ödemesini ve yardım toplanmasını dert edinmiştir hocamız. Ya da dert edinmesine izin verilmiştir.
Açık söyleyelim. Bu hutbe üslubu minberin hukukunu israf ediyor. Ne ‘okuyan’ hoca burada ne ‘dinleyen’ cemaat orada. Dudaklarda ısmarlama sözler, kulaklarda yine ısmarlama sözler. Cuma günü, tam da bayram sevincinin yaşandığı o özel anda, bedeli ödenmiş, derdi çekilmiş sözler duymak istiyor insan. Sahih ve dokunaklı bir söz bekliyor. Kısa olsun; uzun olmasın ama sahici olsun. Kırık dökük olsun; süslü ve tumturaklı olmasın ama sahiden konuşulsun. (Not: Peygamberimizin çoğu hutbesi 3 ila 5 dakika uzunluğundadır.)
Soralım Diyanet İşleri’ne: “Seslendiren olmak mıdır imamın rolü?” “Yaşayan, hisseden, acı çeken, heyecanlanan, telaşlanan, pişmanlıkları olan, umutlanan, yaralanan sahih adam niye yok minberde?”
Mesela hocamız, bir hafta boyunca, kahvede gördüğü zaman israfı üzerinden, çöplere atılan ekmeklere şahitliğinden yola çıkarak, içi yana yana, “Bu hafta hutbede israfı anlatmalıyım” diyen olamaz mı? Kırık dökük de olsa, lafı dolaştırmadan, elektrik su faturasının ödenemeyişini dert edindiği kadar israfı da dert ederek, üç dakika konuşamaz mı?
Eğip bükmeden söyleyeyim. “İsraf haramdır” demek için kâğıda bakmak mı gerekir? Kâğıda bakılarak söylenen “İsraf haramdır” cümlesi ne kadar inandırıcıdır? “Allah affeder!” müjdesi ısmarlama sesle mi olur? Bunu okuyan hocamız, hiç mi affedilmeyi özlememiştir, hepten günahsız mıdır? Bir insan susamışsa “Su!” demek için yazılı metin mi bekler? Cemaatini her ezanda ebediyete çağıran bir adamın başkasının konuşmasını mı tekrarlaması, tekrarlamak zorunda bırakılması onu da incitiyor olmalı aslında. Bu sipariş okumalar, duygudan arınmış, kof seslendirmeler, mekân zaman insan israfı değil de ne?
Hutbe Peygamber makamıdır: Orada bulunan O’nun adına konuşur. Peygamberimizin dert edindiğini dert edinmeyenin ne işi var minberde? Minberi emanet ettiğimiz adamı Peygamberimizin dert edindiğini dert edinemez sanmak yeterince ayıp değil mi?
Hadi imam değil, din görevlisi olarak görevlendirilmiş de değil. Adam gibi bir adam, bu toplumun zaaflarını bilen birinin, açmazlarıyla yanıp tutuşan bir kalbin sahibinin, kâğıttan mecburen okuyacağı değil gönlünden aşkla söyleyeceği bir gündemi olamaz mı? Haftada bir kere sadece üç dakikalığına anlatmaya değer bir dertle dertlenemez mi insan?
‘İnsan’ dedim bakın, ‘imam’ demedim. Varın gerisini siz tahmin edin.