Daha önce El-Kaide örgütünün kullandığı “İslam hilafetinin geri getirilmesi” düşüncesini şimdi Tanzîmu’d-Devle (DAEŞaiş: IŞİD) örgütü kullanmaktadır. Bu düşünce, birçok ülkede genç nesillerin akıllarını uyuşturan “siyasal İslam” anlayışının tırmanmasıyla eş zamanlı olarak gelişmiştir. Çalışma hayatında normal bir konum elde edemeyen gençlerin cihatçı hareketlere kapıldığı bir dönemde “hilafet” meselesi (Allah’a yakınlaştıran) en büyük amaç olarak sunulmuştur.
Cihat düşüncelerini taşıyan cihatçıların temel problemi, bütünüyle bilinç düzeyinin altında kalmaları ve yaşadıkları hayat tarzıyla gerçeğe en yakın olanların kendileri olduğunu sanmalarıdır. Bu yaklaşım tepeden tırnağa problemli bir yaklaşımdır. Çünkü çok az bilgiyle yetinmekte, genç nesilleri hayatlarının önemli bir kısmını hayatta kalabilmek için büyük zorluklarla elde edebildikleri birkaç lokma yiyeceğe sahip olabilme meşgalesiyle doldurmaya mahkûm etmektedir. Dolayısıyla bilgiye ve öğrenmeye çok az vakit kalmaktadır. Böylece bu yaklaşım nesillerimizi cehalete gark etmekte ve onları meçhul bir geleceğe sürüklemektedir.
DAEŞ’in birkaç yıllık ömründeki uygulamalarına baktığımızda, binlerce insanı ‘kendilerine muhalif olmaları’ gerekçesiyle öldürdüğünü görmekteyiz. Hiçbir suçu olmayan yüzbinlerce sivil insanın evini barkını dağıtmışlar, bir kısmının ölümüne diğerlerinin de sığınmacı konumuna düşmesine sebebiyet vermişlerdir. Hayali devletlerinin ‘tebaası olmaları’ gerekçesiyle milyonlarca insanı köleleştirmişlerdir. Bütün bu uygulamalarıyla Batı toplumlarında İslam aleyhine büyük bir kin ve nefretin oluşmasına hizmet etmişlerdir. Eylemlerinin sonuçları itibarıyla bu hareketleri tasnif etmemiz gerekirse, en basit bir mantıkla onları İslam’ın en büyük düşmanları olarak kabul edebiliriz.
Bunca hasar ve yıkım, Vehhabilik ekolünün ürünü bir düşünce olan “hilafet devletini geri getirme” gerekçesiyle yapılmıştır! Toplumlarımız üç yüz yıldır “adaleti yayacak” bu devleti yeniden kurma gerekçesiyle kanlarını akıtmaya devam etmektedir. Ancak, burada Vehhabilik ekolünden daha vahim olan bir durum söz konusudur, o da kültürel seçkinler olgusudur. Zira bunlar, çeşitli medya araçları üzerinden geniş bir kamuoyu oluşturabilmekte, “İslam düşmanı Batı” düşüncesini yaygınlaştırabilmektedir. Böylece bu seçkinler dolaylı olarak aşırılıkçı Daiş fikirlerini desteklemiş olmaktadır. Keza bu gibi örgütlerin eylemlerini ve açıklamalarını doğru bulduklarını dolaylı yoldan ifade etmiş olmaktadırlar. Baştan “herkesin İslam düşmanı olduğu”nu kabul etmek, gençlik gruplarımızın Batı toplumlarına karşı “düşmanlık” temelinde ilişki geliştirmelerine yol açmaktadır. Böylece iki toplum arasındaki kin ve nefretin boyutları büyümeye devam etmektedir. Oysa bir Müslümandan beklenen, insanlara kendisini “insan”ca takdim etmek, halklara örnek ahlakını sunmaktır.
Müslüman gençliği Vehhabi düşüncelerinden kurtarmak ve onların cihatçı gruplara katılmasının önüne geçmek hem toplumun hem devletin hem de ailenin görevidir. Cahiller ordusu marifetiyle köleler imparatorluğunu yeniden kurmak elbette mümkündür. Ancak bu; kölelerden, dağınık çadır kentlerden, milyonlarca kurban ve engelli insandan oluşan bir imparatorluk olacaktır. Oysa bizim toplumumuzun ihtiyacı eğitimi, devletimizin ihtiyacı da adaleti gerçekleştirmektir. Bizim öncelikle yönetim erkinin en basit kuralını anlamaya ihtiyacımız bulunmaktadır: Otoriteyi nöbetleşe kullanmak, öncekilerden pek de farklı olmayan ve halklarımızı bir baskıcı rejimden öbürüne sürükleyen yeni liderler üretmekten vaz geçmek. Hilafeti geri getirme fikrini bir kenara koyalım, bizim istediğimiz bu değil… Bırakın da sadece hürriyet ve adalet görelim. Devletlerden ve kültürel seçkinlerden tek isteğimiz budur…