Hilafet neyi kurtarır?

Abone Ol

Peygamber efendimiz (sav), âlemlere rahmet olarak gönderilen tek önderimizdir şüphesiz. Fakat, her ölümlü gibi o da bu geçici dünyadan ahirete irtihal ettiğinde, “ebediyyen hükümranlığı devam edecek vahyin aydınlığını” bize miras bırakmıştı. O hayatta iken devlet işlerini de kendisi gördüğünden, bir başka yöneticiye ihtiyaç duyulmamıştı. Vefatıyla birlikte Hz. Ebubekir, devletin yeni lideri ve Müslümanların ilk halifesi oldu. Raşid halifeler dönemi böylece başladı.

Bu kurum ortaya çıktığı andan itibaren bütünüyle “siyasi bir otoriteyi” temsil etmekteydi. Halifelik, Katolik dünyasının Papalığı ya da Ortodoks dünyanın Patrikliği gibi “dini” bir unvanı ya da diğer bir deyişle “ruhban sınıfının en üst otoritesi” gibi bir kimliği asla ifade etmedi.

İslam tarihi boyunca bu kurum, Müslümanlar üzerindeki “meşru otorite”nin kim olacağı sorusuyla ilgilendi. Bu sebeple kaldırıldığı 1924 tarihine kadar, kim İslam dünyasının büyük çoğunluğuna hükmettiyse, o devletin başındaki liderin “sıfatı” olarak kullanıldı.

Hatta kimi zaman, aynı tarihte iki farklı devlet, hilafetin kendisinde olduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Fatımiler ile Endülüs Emevileri aynı tarihlerde hilafet iddiasında oldular. Benzer şekilde Abbasiler ile Endülüs; hatta Abbasiler ile Kuzey Afrika ve İspanya’da 122 yıl hüküm süren Muvahhitler’de aynı tarih aralığında hilafet iddiasında bulundular. Ta ki, Yavuz Sultan Selim, Çerkes-Türk hanedanlar eliyle yönetilen Memluk Devleti’ne son verip, İslam dünyasında “tek otorite” olduğunu ilan edene kadar.

Yavuz, Kansu Gavri’nin yeğeni Tomanbay’ı Kahire Kalesi’nin kapısının önünde astığında, sadece hilafeti Abbasiler’den almıyor; aynı zamanda tarihte adı “Türkiye Devleti” olan tek devleti de ortadan kaldırıyordu.

Halifeliğin kaldırılması yanlış bir şekilde “dini bir tartışma” olarak yapıldı bugüne kadar. Oysa, görüldüğü gibi hilafet 14 asır boyunca bütünüyle “siyasi egemenlik alanı”nıyla alakalı bir konuydu. Yani hilafet iddiasında bulunmak; İslam dünyasına kimin hakim olacağıyla alakalı bir konuya işaret ediyordu. Halife ise Hz. Ali’nin şehadetinden sonra hiçbir zaman “Müslümanların ya da farklı İslam devletlerinin istişaresiyle; oylama ya da seçimle” belirlenmemişti. Kim güçlü ise, kim savaşla, tehditle ya da ikna ile diğer Müslüman toplulukları, beylikleri, emirlikleri kontrolü altına aldıysa “halife” o olmuştu.

Osmanlı’nın son halifesi Abdülmecid Efendi, Batılı bir hayat yaşayan, entelektüel bir ressamdı. Macar piyanist Hegyei ve keman virtüözü Carl Berger’den ders almıştı. İyi derecede keman, piyano ve viyolonsel çalardı. İstiklal harbine katılmak istemiş, ancak Ankara’dan izin alamamıştı. Amcasının oğlu Vahdettin Han, saltanat kaldırılıp sürüldükten sonra TBMM tarafından halife seçildi ve hilafetin kaldırıldığı 1924’e kadar 15 ay süreyle halifelik görevini sürdürdü.

Hilafet, “aleme nizam verme, İslam dünyasının lideri olma” iddiasını sürdürmek demekti. 1. Cihan Harbi’nden yenik çıkmış, ancak Anadolu’yu işgalcilerden kurtarabilmiş Türkiye’nin artık böyle bir iddiayı sürdürebilmesi mümkün değildi. Lozan’da işgalcilere Anadolu ve İstanbul’un hürriyeti karşılığında verilen şey “bu iddiamızdan hiç olmazsa bir süreliğine vazgeçmekti”.

Şüphesiz, halifelik kurumu İslam dünyası üzerinde bir otoriteyi temsil etmek gücünü sürdürüyor olsa idi ve Türkiye’nin böylesi bir gücü bulunsaydı Mustafa Kemal, değil hilafeti kaldırmak; halife olmak isterdi.

Halife, doğa üstü güçlerle donatılmış bir varlık olmadığı gibi, hilafet de dini bir unvan değil. Sorunlarımızı ise halifenin olmaması yüzünden yaşıyor değiliz. İslam dünyasında “devlet vasfına uygun”, bir geleneği olan Türkiye’den başka bir yapı bulunmadığı, Müslümanların büyük çoğunluğunun ya Emperyalistlerin işgali altında ya da “köleleştirilmiş yöneticilerin tasallutu” altında bulunduğu bir dönemde “hilafetin tek kurtarıcı” olduğunu iddia etmek en hafif tabiriyle “hayalperestlikten” başka bir şey değil.

Bizi ancak, “kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü bir millet”; ordusu, sanayiisi, savunması dışarıya bağımlı olmayan “milli bir devlet olma yolunda çalışmak” felaha ulaştırabilir. Gerçek dışı tarihi tartışmalar ve saplantılı hayaller ile ümmetin gençlerini ancak DEAŞ ve benzeri örgütlerin başımıza açtığı felaketlere sürükleriz.