Türkistan’dan Myanmar’a, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya kadar İslam âleminin dört bir köşesinde milyonlarca Müslüman’ın hicret etmek zorunda kaldığı bir dönemde idrak ettiğimiz hicrî 1439. yıl münasebetiyle büyük hicreti birlikte hatırlayalım istedim bu hafta. İnsanlık tarihi boyunca yaşanmış olan inanç odaklı göçler arasında, etkileri ve yankıları itibarıyla temeyyüz eden ve kıyamete kadar insanlığa dersler vermeye devam edecek olan Mekke’den Medine’ye hicreti Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nden özetle iktibas etmeyi daha yararlı buluyorum.
Dinî sebeplerle bir yerden diğer bir yere göçme ve özellikle Son Nebi Muhammed aleyhisselamın Mekke’den Medine’ye göç etmesi olayını ifade eden “hicret” kelimesi sözlükte “terk etmek, ayrılmak, ilgisini kesmek” anlamına gelen hecr (hicrân) masdarından türetilmiş bir isim olup; “kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisânen veya kalben ayrılıp uzaklaşması” anlamına gelmektedir. Ancak kelime daha çok “bir yerin terkedilerek başka bir yere göç edilmesi” anlamında kullanılır. Terim olarak genelde gayrimüslim ülkeden İslâm ülkesine göç etmeyi, özelde ise Rasulullah’ın (s) ve Mekkeli Müslümanlar’ın Medine’ye göçünü ifade eder. Medine’ye göç eden müslümanlara muhâcir, Resûl-i Ekrem’e ve muhâcirlere yardım eden Medineli Müslümanlar’a da ensâr unvanı verilmiştir (s.17/458).
İnancı ve değerleri uğruna öz yurdunu terk edebilmek
“Kur’ân-ı Kerîm’de hicret kelimesi yer almamakla birlikte otuz bir yerde “hecr” kökünden gelen çeşitli türevlerin geçtiği görülür. Bunlar kullanılışlarına göre “Kur’an’ı terk etmek” (25/30), “bir kişiden veya gruptan ayrılmak” (4/34, 19/46, 73/10), “kötü şeyleri terk etmek” (74/5) ve terim anlamına uygun olarak “Allah uğrunda başka bir yere göç etmek” (2/218; 3/195; 4/89, 97; 9/20) anlamlarına gelmektedir. “Hicret eden kimse” karşılığında da muhâcir ve çoğul olarak muhâcirîn, muhâcirât kelimeleri kullanılmakta (4/100; 9/100, 117; 24/22; 60/10), bu âyetlerin çoğunda da Mekke’den Medine’ye göç eden müslümanlar kastedilmektedir.
Kur’ân’da olayın kendisinden çok hicreti gerçekleştirenlerin ve bu amellerinin önemine dikkat çekilmiştir. Kelime birçok hadiste Mekke’den Medine’ye göç olayına işaret etmekte, ancak farklı anlamlarda kullanıldığı da görülmektedir. Meselâ bir hadiste, “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terk eden kimsedir” denilmekte (Buhârî, Îmân 4) başka bir hadiste de hicretin “kötü şeyleri terk etmek” anlamına geldiği belirtilmektedir (Müsned, IV, 114).
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’den önceki dönemlerde de peygamberlerin ve onlara inanan insanların kâfirlerce hicret etmeye zorlandıklarından ve bunların inançları uğrunda yurtlarını bırakıp başka yerlere gittiklerinden bahseder. Hz. İbrâhim, kavminin kendisini ateşte yakma teşebbüsünün ardından, “Doğrusu ben rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum” demiş (29/26) ve önce Filistin’e, ardından Mısır’a göç edip daha sonra da Ken‘ân diyarına yerleşmişti. Hz. İbrâhim’le beraber Filistin’e kadar bu hicrete katılan Hz. Lût, peygamberlik görevini yaparken kâfirlerin azgınlık ve ahlâksızlıkları karşısında Cenâb-ı Hak’tan aldığı emirle bir gece vakti inananlarla birlikte yurdundan çıkmış, arkasına dönüp bakmadan gitmesi istenilen yere gitmişti (11/80-81; 15/65). Hz. Şuayb’a kavminin ileri gelen kibirlileri, “Ey Şuayb! Kesinlikle seni ve seninle beraber iman edenleri memleketimizden çıkaracağız; yahut dinimize döneceksiniz” demişler (7/88), onu ve müminleri hicrete zorlamışlardı. Hz. Mûsâ, Allah’ın emriyle geceleyin Mısır’dan yola çıkardığı İsrâiloğulları’nı göç ettirmeyi başarmış, peşlerine düşen Firavun ve ordusu ise denizde boğulmuştu (10/90; 20/77-78; 26/52-67).” (s.17/459).
Alay, baskı ve işkencelere direnmek ve adil bir sosyal ortam aramak
“Âyetlere dayanarak hicretin bütün peygamberlerin hayatında yer aldığı söylenebilir; kâfirlerden görülen eziyet ve baskılar, hak dini tebliğ imkânının ortadan kalkmış olması onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Nitekim İbrâhim Sûresi’nde Mekkeliler’den öncekilerin, Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin kıssaları anlatılırken kâfirlerin peygamberlerine, “Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız ya da mutlaka dinimize döneceksiniz” dedikleri bildirilerek rablerinin bu peygamberlere, “Zalimleri mutlaka helâk edeceğiz” diye vaatte bulunduğu belirtilir (İbrâhim 14/9-13).
Hz. Peygamber ve kendisine inananlar da daha önceki peygamberler ve ümmetlerinin âkıbetine mâruz kaldılar. Mekke müşrikleri Resûl-i Ekrem’e karşı İslâmiyet’i tebliğe başladığı andan itibaren olumsuz bir tavır takındılar. Bu tavır sadece İslâm’ı reddetmekten ibaret kalmadı; Hz. Peygamber alaya alındı, ona inananlara baskı uygulandı ve bu baskılar İslâmiyet’in Mekke’de yayılmaya başlaması üzerine eziyet ve işkenceye dönüştü. Hatta Ammâr b. Yâsir’in babası Yâsir ve annesi Sümeyye işkenceyle öldürüldü. Amcası Ebû Tâlib tarafından himaye edildiğinden kendisi bu tür eziyetlere uğramamakla beraber ashabının başına gelenlere son derece üzülen ve işkenceleri engellemeye de gücü yetmeyen Resûl-i Ekrem, aralarında Hz. Osman gibi meşhur kişilerin de bulunduğu bir grup Müslüman’ın Habeşistan’a gitmesine izin verdi.
Habeşistan Necâşîsi Ashame’nin semâvî bir dine mensup adaletli bir hükümdar olması ve Arapça bilmesi hicret için Habeşistan’ın seçilmesinde önemli bir sebep teşkil ediyordu. Ayrıca ulaşım kolaylığı ve muhacirlerin malî sıkıntılarını daha rahat şekilde giderebilmeleri imkânı da bu seçimi etkilemişti. On bir erkek ve dört kadından oluşan Müslüman kafilesi 615’te Mekke’den Şuaybe Limanı’na, oradan da bir tekneyle Habeşistan’a gitti. Bu hicret, Hz. Peygamber’in henüz tebliğinin ilk yıllarında iken Afrika ile temasa geçmesini sağladı. İlk muhacirlerin iyi karşılanması üzerine ikinci hicret kafilesine yetmişten fazla Müslüman katıldı (616). Böylece Habeşistan’a hicret edenlerin sayısı İbn İshak’ın kaydına göre kadın ve çocuklar hariç sekseni aşmakta ve toplam 108 kişiye ulaşmaktadır (es-Sîre, s. 210).
Muhacirlerin sayısının artması üzerine endişeye kapılan Kureyşliler, Ashame en-Necâşî’ye bir heyet gönderip Müslümanlar’ın iadesini istediler. Tarafları dinleyen Necâşî müşriklerin teklifini reddetti…
Müslümanlara ve Hz. Muhammed’i koruyan Hâşimoğulları’na karşı uygulanan üç yıllık boykotun ardından Ebû Tâlib’in ölümü müşriklere fırsat verdi ve bizzat Hz. Peygamber dahi birçok hakarete ve sataşmaya hedef oldu. Böyle bir ortamda İslâm’ı tebliğ edemeyeceğini anlayan Resûl-i Ekrem Tâif’e giderek yeni bir çevrede davasını anlatmayı denediyse de çok sert bir tepkiyle karşılaştı ve Mekke’ye dönmek mecburiyetinde kaldı. Bu sıralarda Akabe’de tanıştığı bazı Medine (Yesrib) sakinlerinin İslâmiyet’e girmesi üzerine şehir halkını oluşturan Hazrec ve Evs kabileleri arasında Müslümanlığın günden güne yayılması ve buna bağlı olarak yapılan Akabe biatları hicret açısından büyük önem taşımaktadır. Özellikle İkinci Akabe Biatı’nda Medineli Müslümanlar Hz. Peygamber’i ve dolayısıyla Mekkeli Müslümanlar’ı şehirlerine davet ederek geldiği takdirde canlarını, mallarını, kendi çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi onu koruyacaklarına, rahat günlerde de sıkıntılı anlarda da ona tâbi olacaklarına and içerek biatta bulundular.” (s.17/459).
Medine’nin hicret yurdu oluşunun sebep ve hikmetlerini kavramak
“… İslâmiyet’in doğuşu sırasında bu şehirde oturan Evs ve Hazrec kabileleri arasında çok eskilere dayanan şiddetli bir düşmanlık vardı. 120 yıl boyunca birbirleriyle sık sık savaşa tutuşan bu iki kabile arasındaki son çarpışma hicretten altı yıl önce Buâs denilen yerde cereyan etmiş ve her iki taraftan pek çok kimse ölmüştü. Gerek Buâs gerekse daha önce yapılan savaşlar birçok ocağın sönmesine yol açtığı için Hazrec ve Evs İslâmiyet’i tanıyınca bu yeni din sayesinde aralarındaki düşmanlığın kalkacağını ümit etmiştir. Bundan dolayı Buâs Savaşı’nın Medineliler’in İslâmiyet’e girişinde önemli bir yeri vardır. Nitekim Hz. Âişe’nin, “Buâs, Allah’ın Resûlullah için hazırlamış olduğu bir gündü” dediği nakledilir (Buhârî, “Menâkibü’l-ensâr”, 1, 27).
Bundan başka Medine yahudilerinin son peygamberin yakın bir zaman içinde çıkacağını haber vermeleri de halk arasında bir peygamber beklentisi doğurmuştu. Öte yandan, şehrin İslâmiyet’in çevreye kolayca yayılmasına imkân sağlayacak merkezî bir konumda ve müdafaaya elverişli coğrafî bir yapıda olması, ayrıca kervan yollarının üzerinde bulunması da hicretin sebepleri arasında sayılmalıdır…
Müslümanların büyük çoğunluğunun Medine’ye yerleşmesi ve İslâmiyet’in orada güçlenmeye başlaması Mekke müşriklerini korkuttu; Hz. Muhammed’in de bir gün oraya giderek ashabıyla birlikte kendilerine karşı bir tehlike oluşturacağından endişe ediyorlardı. Buna karşı bir tedbir almak üzere Dârünnedve’de toplandılar ve tartışacakları konu son derece önemli olduğundan Ebû Leheb dışında Hâşimoğulları’ndan hiç kimseyi çağırmadıkları gibi güvenmedikleri kimseleri de içeri sokmadılar. Dârünnedve’de uzun müzakerelerden sonra Ebû Cehil’in teklifiyle Hz. Peygamber’i öldürme kararı alındı. Bu kararı sadece bir kişi değil, Kureyş kabilelerinin her birini temsilen görevlendirilecek silahşörlerden oluşan bir grup yerine getirecek, böylece Hâşimoğulları’nın kan davasına kalkışması önlenecekti.
Görevlendirilen kişiler suikast hazırlıklarına başlarken Resûl-i Ekrem de Cebrâil vasıtasıyla durumdan haberdar oldu, hicret etmek üzere harekete geçerek hemen Hz. Ebû Bekir’in evine gitti, onunla birlikte bir plan hazırladı…
Mağarada geçirilen üç günün sonunda Mekkeliler’in kontrolü ve aramaları oldukça tavsamıştı. Sözleşildiği gibi kılavuz Abdullah b. Uraykıt develerle birlikte Sevr’e geldi. Ebû Bekir’in âzatlısı Âmir b. Füheyre de kafileye alındı ve sahil yoluna doğru hareket edildi. Medine’ye salimen ulaşabilmek için işlek ve mûtat yollar yerine farklı bir güzergâh tercih edilmiş ve bazan sarp dağ geçitlerinden, bazan çöllerin arasından geçilmiştir. Buna rağmen zaman zaman takibe uğradılar, sorguya çekildiler ve tehlikeli anlar yaşadılar…
8 Rebîülevvel (20 Eylül 622) Pazartesi ashabına kavuşan Hz. Peygamber, Medine’ye bir saatlik mesafede bulunan Kubâ mevkiinde bir süre dinlendi. Burada bir mescid yaptıran Hz. Peygamber bir cuma günü buradan ayrıldı ve Medine’ye yöneldi… Yedi ay Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin misafiri olduktan sonra Mescid-i Nebevi’nin bitişiğinde inşa edilen odalarına taşındı.” (s.17/460).
Ferdî ve içtimai hayatı İslam’a uygun şekilde düzenlemek
“Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretiyle İslâm tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Hadise sadece bir mekân değişikliği boyutunda kalmamış, İslâm’ın daveti, teşrî faaliyeti ve siyaseti açısından bir dönüm noktası olmuştur. Bu sebeple hicretin ve muhacirlerin değer ve şerefinden bahseden pek çok âyet ve hadis vardır.
Hicretten hemen sonra Resûl-i Ekrem, her muhacir için ensardan bir kardeş tayin etmişti. 186 ailenin kardeş ilân edildiği bu uygulama sadece şekilde kalmamış, muhacirler ve ensar kan bağından öte bir bağlılıkla birbirlerine bağlanmışlardı. Hatta mirasla ilgili âyetler gelinceye kadar bu kardeşler birbirine vâris dahi oluyorlardı. Siyasi, iktisadi, içtimai, dinî ve askerî pek çok fayda sağlayan muâhât, İslâm toplumunun yapılanmasındaki rolü bakımından hicrete anlam kazandırmış ve muhacirlerin Medine’deki hayatlarını kolaylaştırmıştır.
Siyasî açıdan hicretin büyük bir değişime imkân sağladığı aşikârdır. Mekke’deki müşriklerin baskıları karşısında pek çok eziyet ve işkenceye maruz kalan Müslümanlar hicret sayesinde güç bulmuş ve Hz. Peygamber’in önderliğinde bir devlete kavuşmuşlardır… Resûl-i Ekrem, Mekke’nin fethinden sonra ensara karşı vefa duygusuyla hareket edip Medine’yi bırakmamış ve vefatında Mescid-i Nebevi’deki hücre-i saadetine defnedilmiştir… (s.17/461).
Hicret teşrî açısından da büyük önem taşımaktadır. Mekke döneminde nâzil olan âyetlerde tevhid, nübüvvet, âhiret gibi temel inanç konuları işlenip ibadet ve ahlâkla ilgili İslâm esasları konulurken hicretten sonra ferdî ve içtimai hayatı düzenleyen ahkâmla ilgili âyetler inmiş, ibadet ve muâmelâta dair hükümler konularak müeyyideler getirilmiş ve devletlerarası hukuku ilgilendiren kurallar belirlenmiştir. Hicretin, İslâm davetinin seyrinde ve dinin yayılışında da etkili olduğu bilinen bir husustur. Medine döneminde davetin önündeki engeller birer birer kaldırılarak müslümanlara ve Müslümanlığa meyli olan kimselere yapılan baskılar kırılmış, böylece insanlara hür iradeleriyle dinlerini seçme imkânı sağlanmıştır. Hicretten sonra gün geçtikçe kuvvetlenen devlet otoritesi İslâm’a duyulan ilginin artmasını sağlamış, ayrıca kabileler ve aşiretlerle yapılan görüşmeler sonucunda gerçekleşen toplu ihtidâlarla hızlı bir yayılma sürecine girilmiştir. Hicretle müslümanların iktisadî ve ticarî imkânları da genişlemiştir.
… Hicretin daha Peygamber döneminde bir takvim ve tarih başlangıcı sayıldığı görülmektedir. Ashabın, Resûl-i Ekrem’in hayatını Mekke ve Medine dönemi diye ikiye ayırması ve bu dönemlere ait yılları birbirini tamamlayacak şekilde değil ayrı ayrı zikretmesi bu hususun ilk işaretidir. Hicretin resmen takvim başlangıcı sayılması Hz. Ömer zamanında 17 (638) yılında gerçekleşmiştir.” (s.17/462).
Kaynak: Ahmet Önkal; Hicret maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (TDVİA), Ankara 1998, c.17, s.458-462.