1439 hicrî yıla girdiğimiz şu günlerde milyonlarca insanın inançları sebebiyle enva-ı çeşit zulme maruz kalarak muhacir konumuna düşmüş olması hasebiyle, Mekke’den Medine’ye hicretin fıkhi/sosyal boyutlarını -Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde yer alan bilgileri esas alarak- yeniden hatırlamakta yarar görüyorum.
Hicret: İnanç ve değerleri uğruna yurdunu değiştirmek
“Hicret’in tarihî, içtimaî ve iktisadî yönden olduğu gibi dinî, siyasî ve hukukî yönden de birtakım sonuçları olmuştur. Müslümanlar, hicretle birlikte Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısından kurtularak Medine’yi yurt edinince İslâm’a yeni girenlerin de gerek zulüm ve baskıya mâruz kalmadan yaşamaları, gerekse yeni kurulan İslâm toplumuna destek olmaları ve İslâm esaslarını öğrenme imkânına kavuşmaları bakımından onlara katılmaları büyük önem arz ediyordu. Bundan dolayı Medine’ye hicret, dinî bir vecîbe olmanın yanında hicret etmeyenlerin ulaşamayacağı bir fazilet de sayılıyordu (s.17/463).
Birçok âyette Allah yolunda hicretin önem ve faziletine işaret edilmiş, kişinin hayatını ve inancını korumak için vatanını terk ederek başka bir yere göçmesi sebebiyle karşılaşacağı zorluklara katlanması bakımından da İslâm’a bağlılığın göstergesi sayılmıştır.
Medine’ye hicretle ortaya çıkan en önemli durum şüphesiz Müslümanlar’ın bir yurt edinmiş olmalarıdır. Uğradıkları baskılar yüzünden daha önce Habeşistan’a göç eden Müslümanlar bu defa ana yurtlarıyla ilgilerini tamamıyla keserek Medine’ye hicret etmişlerdi. Hicretten önce siyasî bir organizasyona sahip bulunmayan Müslümanlar’ın siyasî iktidarlarının hâkimiyet ve faaliyet alanı olacak bir yurtları yoktu. Hicretin hemen ardından ise devlet kurma imkânına kavuştukları gibi bu devletin hâkimiyet alanını meydana getiren bir ülkeye de sahip olmuşlardı. Böylece ilk dârülislâm, bazı hadislerde “dârülhicre” veya “dârülmuhâcirîn” diye de anılan Medine olmuştu. Mekke döneminde nâzil olan âyetler daha çok dinin inanç esaslarıyla ilgili iken hicretten sonra bağımsız bir devletin kurulmasıyla birlikte gerek Kur’an’da gerekse sünnette Müslümanlar’ın toplumsal ve milletlerarası alanda ilişkilerini düzenleyen siyasî, hukukî ve iktisadî esaslar vazedilmiştir. Bundan dolayı hicret İslâm teşrii bakımından da önemli bir merhale oluşturmaktadır.” (s.17/463).
Hicret fıkhını günümüze doğru ve dengeli uyarlayabilmek
“Kur’ân-ı Kerîm’de hicretle ilgili hükümleri ve Hz. Peygamber’in (sas) uygulamasını göz önüne alan Müslüman hukukçular kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlar çerçevesinde, gayri
müslim bir toplum içinde İslâmiyet’i kabul eden kimselerin veya düşman istilâsına uğrayan İslâm ülkesindeki Müslümanlar’ın hicret açısından durumlarını tartışmıştır. “Muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan ve onları terk eden kimsedir” (Buhârî, Îmân 4, Riqâq 26; Ebû Dâvûd, Cihâd 2) meâlindeki hadisten de anlaşılacağı gibi hicret genel anlamda dinin yasakladığı şeyleri terk etmeyi ifade etmekle birlikte hukukçular hicreti özel olarak “bir yerden başka bir yere göç etme” anlamında kullanmışlardır.
İslâmiyet yalnız bir inanç sistemi değil aynı zamanda bir hayat tarzı ve bir dünya görüşü olduğundan müslümanların İslâmî hüküm ve vecîbelerin rahatlıkla yerine getirilebildiği bir ortamda güvenlik içinde yaşamaları büyük önem taşımaktadır. Yukarıda zikredilen âyetler yanında Hz. Peygamber’in, “Müşrikler arasında ikamet eden Müslüman’dan berîyim” (Ebû Dâvûd, Cihâd 105; Tirmizî, Siyer 42) hadisi de Müslümanlar’ın baskılara mâruz kaldıkları takdirde gayrimüslimlerle beraber yaşamalarının yasaklandığını ve hicretin gerekliliğini anlatmaktadır (s.17/464).
İslâm toplumunun dışında yaşayan bir müslüman yalnızlık hissine kapılır; bu ise aşağılık duygusu doğurarak gitgide gayri müslimlere tâbi olmaya yol açar. Halbuki İslâm dini Müslümanın kendini güçlü, onurlu ve üstün olarak görmesini, Allah’ın hükümranlığından başka herhangi bir hâkimiyeti kabul etmemesini ister. Bundan dolayı dinin gereklerini yerine getirmenin mümkün olmadığı bir yerde ikamet etmek haram kılınmıştır. Ancak dârülharpte olup da dinin emirlerini yerine getiremeyenler hicrete imkân bulamadıkları takdirde bu hükümden istisna edilmişlerdir. Dârülharpte dinin emirlerini serbestçe yerine getirme hususunda baskıya mâruz kalmayanların dârülislâma hicret etmeleri ise farz değil müstehaptır. Bunlara yine de hicretin tavsiye edilmesi, Müslümanlar’ın ilke olarak İslâm toplumu içinde yaşamasının içtimaî ve siyasî yönden gerekli görülmesi ve yabancı bir toplumda kendi inançlarını paylaşmayanlarla birlikte yaşamanın muhtemel olumsuzlukları sebebiyledir. Özellikle Endülüs’te yaşanan tarihî tecrübenin etkisiyle Mâlikî âlimleri genel olarak küfrün hâkimiyeti altında yaşamanın hiçbir zaman câiz olmadığını, mutlaka hicret edilmesi gerektiğini söylerler. Ancak bazı âlimler kâfirlerin hidayetine vesile olmak amacıyla dârülharpte kalmayı meşru görmüşlerdir.” (s.17/465).
Sömürgecilerle mücadelede hicretin işlevini kavramak
“Hicret kavramı, klasik dönem cihad ve ülke kavramları çerçevesinde kazandığı dinî-siyasî anlamıyla, bütün Ortaçağ boyunca İslâm hâkimiyetinin zayıfladığı yerlerde ve dönemlerde olduğu gibi İslâm dünyasının Batı karşısında gerilemeye başladığı son birkaç yüzyıl boyunca da birçok dinî-siyasî hareketin mahallî ve milletlerarası güçlere karşı verdiği mücadelede önemli rol oynamıştır. Hindistan’da Ahmed Şehid’in, Nijerya’da Osman b. Fûdi, Futa Toro’da el-Hâc Ömer Tâl, Cezayir’de Emîr Abdülkâdir el-Cezâirî, Sudan’da Muhammed Ahmed el-Mehdî’nin, Libya’da I. Dünya Savaşı sırasında Senûsiyye tarikatı ve Hindistan’da Hilâfet Hareketi’nin (1920), sömürge güçlerine veya İslâm’a muhalif hareketlere karşı mücadelelerini meşrû göstermek için cihadla birlikte bu kavrama atıfta bulunduğu görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin kaybettiği topraklardan ve özellikle 1860-1914 yılları arasında Kafkasya ve Balkanlar’dan Anadolu’ya yönelen Müslüman göçleri de hicret kavramıyla ifade edilmiş ve göç işlerini düzenlemekle görevli teşkilâtlara İdâre-i Umûmiyye-i Muhâcirîn Komisyonu veya Muhâcirîn-i İslâmiyye Komisyon-ı Âlîsi gibi adlar verilmiştir (s.17/465).
yüzyıl ortalarında Mevdûdî ve Seyyid Kutub gibi dinî liderler ve düşünürler hicreti, müslüman ulus-devletlerin seküler, kapitalist ve modernist politikalarıyla özdeşleştirdikleri yeni Câhiliye’den uzak durma şeklinde ideolojik bir anlamda kullandılar. Mısır’da Şükrî Mustafa’nın kurduğu, muhalifleri tarafından daha çok “Cemâatü’t-tekfîr ve’l-hicre” adıyla anılan Cemâat-ı Müslimîn mensupları, bu Câhiliye kavramını daha da genişleterek Cemal Abdünnâsır ve Enver Sedat yönetimindeki Mısır toplumunu İslâm dışı saydılar ve ondan uzak durmanın gerektiğini ileri sürerek Mansûre’de toplumdan kopuk bir grup oluşturdular (s.17/465).
İslâm tarihinin ilk dönemlerinde hicret kavramı çerçevesinde daha çok gayrimüslim bir ülkede Müslüman olan kimsenin İslâm ülkesine göç etmesi ele alınırken İslâm hâkimiyetinin zayıflamaya başlaması üzerine ve özellikle XII. yüzyıldan itibaren doğuda Moğollar’ın, batıda hıristiyan devletlerin eline geçen İslâm topraklarındaki Müslümanlar’ın durumu da tartışılır olmuş, bu ülkelerden hicret edilip edilmeyeceği veya hangi şartlarda hicret edilmesi gerektiği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. (s.17/466).
Gerek Osmanlı Devleti’nin çökmesi üzerine gerek sömürgecilik döneminden sonra oluşan yeni devletler içinde kalan Müslüman azınlıklarla bağımsızlığa kavuşamayan Müslüman toplulukların varlığı yanında, İslâm toprakları üzerinde birçoğu laik veya Batı tesirinde bir düzeni uygulayan ulus-devletlerin meydana geldiği günümüzde farklı bir durum ortaya çıkmıştır. Artık Müslümanlar, diledikleri zaman bu ülkelerden herhangi birine yerleşme ve hatta seyahat etme imkânına sahip olmadıkları gibi, gayrimüslim bir ülkedeki müslüman azınlıklar veya İslâmiyet’i yeni kabul eden bir kişi istediği bir Müslüman ülkesine serbestçe hicret edememektedir. Ayrıca bu ulus-devletlerin birçoğunda hâkim olan siyasî ve hukukî yapı sebebiyle Müslümanlar kendi ülkelerinde bile İslâm’a uygun şekilde yaşama konusunda ciddi zorluklarla karşı karşıya gelmişlerdir. Modern iletişim araçlarıyla küçülen, Batı’nın kültürel, ekonomik ve askerî hâkimiyeti altında bulunan günümüz dünyasında bütün Müslümanlar bir anlamda gayri müslimlerin hâkimiyeti altındaki bir toplum manzarası çizmektedir.
Bu durumda hicret, karşılaşılan güçlükler sebebiyle bir yerden diğerine göç etme yerine Allah’ın emirlerine uyma ve yasaklarından kaçınma şeklinde mânevî boyutuyla önem kazanmakta, gayrimüslim bir ülkede bulunan Müslüman azınlıklar yerine göre bağımsızlıklarını elde etmeye veya kendi dinî ve kültürel kimliklerini koruyarak güven ve barış içinde yaşayacakları şartları oluşturmaya, müslüman ülkelerde bulunanlar da İslâm’ı yaşama konusunda karşılaştıkları zorlukları aşmaya çalışmak sorumluluğu taşımaktadırlar. Hicretin esasen maddî boyutuyla da zorluklar karşısında pasif bir kaçış değil İslâm’ı öğrenmek ve yaşamak için yeni imkânlar aramaya, yeni şartların oluşmasına zemin hazırlamaya yönelik etkin bir çaba olması onu her iki boyutu bakımından cihad kavramıyla bütünleştirmektedir.” (s.17/466).
Batı ülkelerinde muhacir olmanın zorluğuna katlanmak
“Çalışma, öğrenim ve eğitim amacıyla ve kendi istekleriyle İslâm ülkelerinden Batı ülkelerine göç eden Müslümanlar’ın durumu geçmişte benzeri olmayan, dolayısıyla fukaha arasında tartışılmayan yeni bir gelişmedir. Bunun meşrûlaştırılması konusunda bazı araştırmacılar Habeşistan’a hicret modeline atıfta bulunurken bazıları da gerek İslâm’ı tebliğ etmenin, gerekse Müslüman toplumların kalkınması için modern bilim ve teknolojinin öğrenilmesinin önemi sebebiyle bu ülkelere gitmenin yalnız mubah değil aynı zamanda gerekli olduğunu ileri sürmektedir.
Buna ayrıca ticarî ilişkilerin geliştirilmesi, iş ve çalışma imkânlarının aranması gibi hususlar da eklenmekte ve gayrimüslim ülkelere göçün genel olarak ihtiyaç ve zaruret prensiplerinden hareketle meşrû sayıldığı görülmektedir. Ayrıca gayri müslim ülkelerden İslâm ülkesine hicretin gerekçesi, Müslümanın can ve mal güvenliğiyle dinin temel hükümlerini serbestçe yerine getirme imkânının bulunmaması olduğundan geçmiş dönemlerin aksine milletlerarası ilişkilerde barışın hâkim olduğu günümüzde ve özellikle demokratik Batı ülkelerinde dini tebliğ ve yaşama konusunda şartların birçok müslüman ülkeden daha uygun olduğuna da dikkat çekilmektedir.
Ancak Batı demokrasilerinde dinî hürriyetten genellikle ibadet özgürlüğünün anlaşılması, buna karşılık İslâm’ın sosyal hayatın her alanında prensipler koyması sebebiyle bu ülkelerdeki Müslümanlar’ın kendi gerçek dinî ve kültürel kimlikleriyle yaşama imkânları, içinde bulundukları gayrimüslim toplumun müsamahasıyla sınırlı kalmaktadır. Çoğulculuğun ve çok kültürlü bir toplum yapısının tarihî tecrübesine sahip olmayan Batı dünyası, Müslüman azınlıkların kendi kimliklerini koruyarak yaşamaları konusunda hazırlıksız göründüğü gibi demokrasiye ve serbest düşünceye rağmen Batı kültürünün tekelci yapısının Müslümanlar’ı asimileden vazgeçip geçmeyeceği, onların bu ülkelerde daha etkin duruma gelmelerinin ne gibi sonuçlar doğuracağı merak konusudur.
Bununla birlikte milletlerarası ilişkilerde insan haklarıyla ilgili telakkilerin ön plana çıktığı, global ve dinamik bir rekabetin hâkim olduğu zamanımızda Müslüman azınlıkların birçok yerde sistemi zorlamasının sonucunda yeni şartlar oluşmakta, fevkalâde durumlar dışında Müslüman bir ülkeye hicret yerine Müslümanlar’ınbulundukları yerlerde güçlenmesine yönelik politikalar önem kazanmaktadır.” (s.17/466).
Diğer birçok kavram gibi ‘hicret’i de istismar edip çarpıtanlara karşı uyanık kalmak ve bireysel ve toplumsal hayatımızda Allah’ın razı olacağı tutum ve davranışlara hicret edebilmek niyazıyla…
Kaynak: Ahmet Özel; Hicret maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (TDVİA), Ankara 1998, c.17, s.462-466.