Galata Kulesi’ne ilk çıktığımda İstanbul’un inanılmaz güzel kuşbakışı görüntüsünün yanı sıra kulenin devasa yüksekliğine şaşırmıştım.
Kulenin balkonunda Hezarfen Ahmed Çelebi’nin Üsküdar’a doğru atladığı noktadan Üsküdar’a doğru bakarken, gayri ihtiyari “Çılgınlık bu.” dediğimi hatırlıyorum.
Çılgınlık çünkü çıkmışsınız bu devasa kulenin üzerine, sizden önce hiç kimsenin yapmadığı, denemediği bir şeyi yapıyorsunuz, kollarınıza taktığınız kanatların çalışıp çalışmayacağı belli değil, üstelik rüzgarı ölçecek bir cihazınız yok, yani rüzgarın sizi nereye alıp götüreceğini bilmiyorsunuz. Hadi uçtunuz nasıl ineceksiniz? Hem nereye ineceksiniz?
İnsanlık aşı konusunda tam da böyle bir durumla karşı karşıya. Tıp eğitimi almış biri olarak konuyu biraz açayım, nasıl mı?
İki tür Kovid-19 aşısı var, bunların birincisi ağırlıklı olarak ülkemizin de sipariş ettiği, halk arasında “Çin aşısı” diye tabir edilen,”Sinovac” aşısı. Bu aşı bugüne kadar bildiğimiz klasik aşılardan, içinde virüsün “inaktif” yani zayıflatılmış bir versiyonunu barındıran bu aşı, bağışıklık sistemimizin bu zayıf versiyona karşı antikor üreterek günün birinde virüsün kendisi ile karşılaştığında onunla mücadele edecek teçhizata sahip olmasını amaçlıyor. Bu aşı türüne dair bilim dünyasının elinde neredeyse bir yüzyılın tecrübesi var, riskleri ve olası yan etkileri Kovid-19’un ölümcüllüğü ile kıyaslandığında göze alınabilecek cinsten. Bu aşıdaki tek önemli problem doz üretiminin uzun sürmesi.
İkinci tür aşı ise Alman Biontech ve Amerikan Pfizer ve Moderna şirketlerinin geliştirdiği mRna aşısı. Bu aşının çok çetrefilli bir koruma mekanizması var, ama şöyle özetleyebiliriz: Vücudunuza aşı ile birlikte Covid-19 virüsünün RNA dizisinin yapay olarak oluşturulan bir dizisi enjekte ediliyor bu mRNA hücrelerinize giderek hücrenizin virüsün bu protein dizisine karşı antikor oluşturmasını sağlıyor. Yani özetle hücrelerinizin virüsle hiç karşılaşmadan antikor oluşturmasını programlıyor.
Bu aşının en önemli avantajı ise çok hızlı ve ucuz bir şekilde üretilebilmesi.
Ancak bu tür bir aşı daha önce hiç olmadı, hiç tecrübe edilmedi, uzun vadede nasıl sonuçlara yol açabileceğinin kestirilmesi elde hiç veri olmadığı için mümkün değil. Yani bir bakıma Hezarfen Ahmed Çelebi’nin Galata Kulesi’nde yaşadığı belirsizliğin bir benzerini yaşıyoruz.
Pandemi şartlarında değil de normal bir zamanda olsaydık, bu aşının dünyanın her hangi bir sağlık kuruluşundan ruhsat alması en az 10 yıl sürerdi. Bu tarz yeni ilaçlarda hele ki hücre yapısına müdahale eden ilaçlarda onay verilmeden onbinlerce denek yıllarca gözetim altında tutularak en az 50000 hastanın şirketler tarafından belgelenmesi istenirdi. Almanya aşı kampanyasında sadece mRNA aşılarını kullanacağını açıkladı, Alman Devleti’nin aşı planına bakıldığında insanın kafası daha da karışıyor, en büyük tehdit altındaki sağlık çalışanları neredeyse aşı olacakların listesinde en sonda yer alıyor. Bunun sebebi aşının yol açabileceği sonuçlar kestirilemediği için en azından ilk aşamada doktorları riske atmayarak bu sonuçlara müdahale edebilecek personeli de kaybetmeyelim düşüncesi olabilir mi?
Bu gerçekler ışığında Sağlık Bakanlığımız ağırlıklı olarak “Çin aşısını” tercih ederek ferasetli bir tavır sergiledi. Biontech/Pfizer ile küçük çaplı bir anlaşma yapılmış olsa da, bu adımın geleceğe yönelik mRNA aşı verilerinin elle tutulur bir hal almasından sonraki zamana dair atılmış bir adım olduğunu düşünüyorum.
Allah hakkımızda hayırlısını versin.