Adaleti tesis etme arzusu, insanoğlunun gerek çevresindeki insanlara karşı gerekse kendi iç dünyasında vicdanına karşı yerine getirmek zorunda olduğuna inandığı bir duygudur. Adaleti ile nam salmış kişiler de, zulmü ile zirveleri aşmış şahsiyetler de en azından kendi vicdanlarında “adaletli” olduklarına inanırlar. Hakikatte adil olanın elinden ve dilinden tezahür edenler, insanların kahir ekseriyetinin takdirini görürler. Bununla beraber kendi iç dünyalarında da huzuru tadarlar. Gerçek manada adil diyebileceğimiz bir insanın sözleri ve fillerindeki itidal, gözlerindeki derin hikmet; bizlere itimat ve ibret verir.
Diğer taraftan dışardan bakıldığında zulmettiğine hükmedilen kişiler, “zalim” damgası yemenin ağırlığı altında ezilmemek için etraflarında kendisinin ne kadar “adil” olduğunu söyleyen başka insanların varlığı ile bu bunalımdan çıkmaya çalışırlar. Dışardan gelen telkinlerle de kendi vicdanlarına “aslında yapmış oldukları şeyin, adaletin gereği” olduğunu fısıldarlar. Böylece yaptıkları zulmü yapmaya devam etme gücü ve dayanağı bulurlar.
Burada meselenin püf noktası, “Adalet değerinin tanımını ve uygulanmasını kim belirleyecek?” sorusuna verilecek cevaptır. Bizler Müslümanlar olarak değer yargılarının temel çerçevelerinin Allah’ın gönderdiği vahiyler ve görevlendirdiği nebiler tarafından çizildiğine iman etmişizdir. İslam özelinde ise bu çerçeve Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (sas) tarafından çizilmiştir.
Kur’an-ı Kerim, mutlak hüküm sahibinin ve “el-Adil” olanın Allah olduğunu beyan eder. Vahyin açıkça hükmünü koymadığı bir meselede adaletle hükmetmek yani içtihat etmek ayet ve hadislerde yüceltilmiş bir ameldir. O kadar ki, cihat edip şehit olanın kanı ile içtihat eden âlimin kaleminin mürekkebi denk tutulmuştur. Peygamberlerden sonra makamı en yüksek olacakların, müçtehitler ve mücahitler olduğu beyan edilmiştir. Çünkü bu iki zümre de hayatlarını feda ederek biri mürekkebiyle diğeri de kanıyla adaletin tesis etmesi için çaba harcamıştır.
Kur’an ayetleri, dolayısıyla İslam dini, nihai noktada mutlak adaletin ahirette tezahür edeceğini izah eder. Ahirete imanın mantığı da bu dünya hayatında haksızlığa uğrayan ile haksızlık yapanın adil bir şekilde yargılanıp sonucunu görmesidir. Ahirete iman etmenin zorunlu sonucu, dünya hayatında zalim ve mazlum hakkında mutlak adalete hükmetmenin imkânsızlığıdır.
Öyleyse ahirete iman etmiş müminlerin, emr-i bi’l-maruf ve nehy-i an’il-münker (iyiliği tavsiye, kötülükten uzak durmaya çağırma) ötesinde bir çabanın içine girmesi bir yönüyle ahireti öne çekme manasına gelecektir. İslam dünyasında yaşanan krizlere, meselenin bu tarafıyla da bakmak faydalı olacaktır.
Böyle yapılamadığı takdirde birbirimize iyilik yaptığımızı düşünerek, birbirimize zulmetmiş olacağımız açıktır. Biz, hak olduğunda şüphe olmayan sözümüzü söyleyelim, dileyen Mekke’nin fethini kutlasın, dileyen yeni yılın gelişini. Hakkı söylerken Allah’ın Musa aleyhisselama farz kıldığı “yumuşak söz” söylemekten geri durmayalım. Velev ki karşımızda Firavun derekesinde bir fani olsun. Aksi takdirde feth’ül-kulub (kalplerin fethi) niyetiyle çıktığımız yolun sonu meytü’l-kulub(kalplerin ölümü) ile neticelenir Allah muhafaza…