Süleyman Demirel, 12 Eylül darbesinin ağır şartlarından sonra meydanlara “Konuşan Türkiye” sloganıyla döndü. Türk insanı darbenin öncesinde anarşi korkusundan darbeden sonra darbecilerin korkusundan suskun olmuştu. Millet, zülfü yâre dokunmaktansa susmayı tercih ediyordu. O ağır ve sıkıntılı günlerin üzerinden uzun yıllar geçti. Demirel’in istediği konuşan Türkiye’nin sınırları aşıldı artık “çok konuşan Türkiye” ile karşı karşıyayız.
Herkes her konuda konuşuyor, kimse kimseyi dinlemiyor. Millet adeta dolmuş taşmış durumda mutlaka her konuda konuşması gerekiyor. Ancak küçük bir mesele var herkesin konuştuğu yerde kim dinleyici olacak. Bizim Erzurum’da güzel bir söz vardır: “Sen ağa ben ağa davarları kim sağa” diye. Televizyonda her akşam her konuda “filozoflar” yüksek perdeden Türkiye’yi, dünyayı kurtarıyorlar. Herkes cebine üç-beş çakıl taşı toplamış diğerini taşlamak üzere mevzilenmiş durumda, serbest atışla hedefine saldırıyor. Zaten televizyoncularında amacı bir meseleye çözüm üretmek değil karşılıklı “koç döğüşü” yaptırarak izleyici toplamak. Televizyonlarda konuşanlarda “ne muhterem zevat öyle, hikmetlerinden sual olunmaz, yüce bilirkişiler” her konuda “derin bir vukufiyetle” meseleleri izah ediyorlar. Hadi çağıran “arenaya” çağırıyor peki her çağrılan yere gidene ne demeli? Bir zamanlar televizyonda tartışma programları hazırlardım. Her hafta bir bahane bulup katılmak isteyen “program sapıkları” vardı şimdi de durum farklı değil.
Televizyonda böyle de “sokak”ta farklı mı? Konuşacak kimse bulamayan kendi kendine telefonda konuşarak tehlikeye davetiye çıkarıyor. Telefonda sadece konuşulmuyor, internet sayesinde bir kademe daha atladık; yazar olduk, eleştirmen olduk. Elindeki “sihirli kutuya” dalmış, ne çevrenin ne de kendinin farkında binmiş bir alamete gider kıyamete…
Ya toplantılarda, yine aynı manzara; karşısındakini dinlemek yerine kendinin ne söylediğine odaklanan çokbilmiş “ukalalar” topluluğu halinde vakit kayıplarına aldıran yok. Kimsenin kimseyi dinlemediği, yanlış anlamaların yoğun yaşandığı yorucu zaman kayıpları…
Biz millet olarak sözlü kültür geleneğine sahibiz. Destanlar, şiirler; sözü beyitle ve hikmetle söylemek geleneğimizde var. Ancak geleneğimizde çok konuşmak yoktur ve “çok söz yalansız olmaz” diye uyarıcı bir atasözümüzde bulunmaktadır. Çok konuştuğumuz için sözün değeri düştü. “Sözümüz senet” iken artık birbirimize güvenmez olduk. Dedikodu, gıybet almış başını gidiyor, iftira, bühtan hak getire…
Peki, ne oldu da konuşma konusunda “kabak çiçeği” gibi açtık. Çok konuşma ve “filozofluk” konusunda sosyal medya denen “cadı kazanı” kimyamızı bozdu diye düşünüyorum. Sabırsızlık ve dinlememe konusunda televizyon dizilerinin etkisi büyük oldu. Kendini beğenmiş, ukala, her şeyi bilir ancak hiçbir şeyden anlamayan “süslü” mankenler topluma örnek oldu. Süslü cehalet her alanda “püsküllü belaları” beraberinde getirdi.
Yerinde ve yeterince konuşsak, yerinde ve yeterince sussak daha huzurlu olacağız. Kibirden, bencillikten uzaklaşıp biraz mütevazı olsak inanın dünyanın nimetleri hepimize yetecek kadar geniş.
Huzurlu ve erdemli bir hayatın bir tercih olduğunu unutmayalım.