Her şehrin bir yâri, bir dostu, bir sırdaşı bir sevmişi var
Belki sen bilemezsin lakin her şehrin bir dervişi var
-Emir Fuad-
Hiç şehrinle konuşmayı denedin mi kâri? Hiç onun sesinden türküler dinledin mi? Sonra bilmem kaç asırlık bir çınar ağacı bulup belki de şehrin en kuytu köşesinde sırtını yaslayıp da yoluna çıkacak bir derviş bekledin mi? Bilmem ki biz mi yanlış bir zamanda doğduk yoksa dervişler terk mi eyledi? Sen yine de mahzun olma! Her şehrin toprağında bir dervişin izi var, bilsek de bilmesek de gam tüten sesi var semasında. Sonra bir bahar nesimi ile esen dua kokan nefesi var. Ne çok dilerdim bilemezsin o düşlerde gördüğüm dervişin ayak izinde yürümeyi. Aşk demeyi, inlemeyi, birkaç tane mesut insanın işitebildiği o türküyü dinlemeyi. Yunus’un sesinde sevmeyi, Mevlana da aşk etmeyi, Nesimi ile sırrı faş etmeyi, Mısri ile gurbeti vatan, Hallac ile Azrail’i sultan etmeyi. Sonra bir yerlerde, hiç ummadığım bir anda nagah Hızır’ı görmeyi… Her şehrin ruhu var kâri. Sonra her şehrin bir dervişi var. Sakın deme ki “dervişin bu şehirde ne işi var?” Bir hikâyesi var insanlara söylemekten utandığı belki de gayrı söylemekten usandığı bir hikâyesi…
Sen hiç dinledin mi şehrinin hikâyesini? O saadete erdin mi? Bir ömrü hiç edip de bir an olsun işitemeyenler var onu. Ömrünü o şehirde tüketip de bir tek kere olsun yaşadığı şehri göremeyenler var. Sonra bilemeyenler var nerededir dedesinin kabri. Mezarları göremeyenler var. Hatta mezarlığa giremeyenler. Oysa bir şehrin asıl tapusudur mezarlıklar. Cesaret edebilsem şehrin muhafızları mezar taşlarıdır derim. Eskiler ne de güzel etmişler mezarlıkları şehrin içine yapmakla. Bu dünyadan göçtükleri vakit de tam gözümüzün önünde, aramızda yatmakla ne güzel etmişler.
Ey kâri sesleri duyuyor musun yine ezanlar okunuyor. Belki şimdi çıkmıyor sanki göğü delecek gibi uzanan o minarelere müezzinler lakin yine de işitiliyor ezanlar. Göğü çınlatıyor, gönlü olanı ağlatıyor, dili olanı söyletiyor, işitene dinletiyor onlar. Bilemezsin ki şehrin o vakitlerde kelam ediyor. Çok fazla ses etme kâri! Çok fazla ses etme yoksa işitemezsin şehrin sesini. Demem o ki lisanı aynıdır her şehrin. Gökkubbesinde ezan sesi yankılandıkça bil ki şehrin halen dahi senindir. Ve işte her şehir aynı lisanı konuşur o ezanın sesleriyle.
Şehirler insanlara benzer. Yani Hoca AhmedYesevi’nin Anadolu’ya gönderdiği dervişlerdir biraz da onlar. Sonra yeşil sancağı o topraklarda dalgalandırmak için başını koynuna alıp toprakta yatanlardır. İstanbul biraz Eyüp’tür, Bursa biraz Emir Sultan, Konya Mevlana Celaleddin’dir… Bazı vakitler bir anı gibi hatrıma düşer ayağımı bastıkça şehrin incindiği. Altında kim bilir hangi göbekten ceddimin dinlediği fikri sızlatır içimi. Zira bir parçası dahi yoktur ki altında son uykusuna dalmış bir eski zaman yiğidi olmasın. Sen de hiç düşündün mü kâri kimi zaman ayaklarının altında ezdiğin, kimi zaman küfürler yağdırıp lanetler ettiğin o şehrin altında ceddinin yattığını. Ayağının altında hangi güllerin solduğunu ve belki de ölülerin de senden şikâyetçi olduğunu hiç getirdin mi hatrına?
Ben şimdi bir çınar ağacının asırlık omzuna yaslayıp başımı düşte dahi olsa gelecek dervişi bekliyorum. Sen de bekle ey kâri! Her şehrin bir sesi, bir türküsü bir lisanı var. Hem sonra asırlar evvelinden birilerinin görüp de sana emanet ettiği bir düşü var.
Ezanlar dinmedikçe o derviş bir gün gelecek. Sakın deme ki “dervişin bu şehir de ne işi var” göremezsin belki ama her şehrin bir dervişi var…