“Onlar ki Allah’ı ayakta iken, otururken ve yanları üstü yatarken zikrederler.”
İmran ailesinin hikayesinin de anlatıldığı yukarıdaki ayet-i kerimeden, bedensel olarak her şekilde Allah’ın anılacağının hükmü istinbat edilir. Metnin vurgusu, Hakk’ı zikretmenin özel biçim ve üslupları bulunmakla birlikte her halin O’na atfedilebileceğinedir.
Mezkur üç hal (ayakta duruş, oturuş ve yan yatış), bir sınırlama ve kayıtlama değil aksine genellik ve serbestiyet ifade eder. Çünkü asıl olan fiziksel duruş değildir. Bedenimizin kıvrımlarından ziyade ruhumuzun kıvrımlarıyla ilgilenir, Hak Teala. Zira ruh cevherdir, asıl olandır. Siretin menşeidir, o. Ceset sadece bir formdur, surettir. Ruh tökezler ise ceset düşer. Ruh yanılırken ceset yanıltır. Beden, ruhun libasıdır. Bu libas, kimi zaman müraî olup dıştakileri için dışında tutar kimi zaman da samimi olup içtekini içselleştirir. Kimi zaman riyakardır kimi zaman ise niyazkar.
Şimdi sen bana soruyorsun sevgili kari, “arafta mısın?” diye.
Aynı terminoloji üzerinden konuşup konuşmadığımızdan emin olmak ve zorluğuna müstenit hep zoruma gidecek, beklenmeyen bu soruya sahici yanıtlar biriktirmek için ben de mukabele ediyorum sana. Nedir araf?
Bak! Ademden (yokluktan) âdeme yol alan her adam, hep araftadır, daha öyküsünün en başında. Çünkü bize verilen bu emanet giysi yani ceset, her an atomize olmaya, fena bulmaya hazır kıtadır. O anı kollayıp oyalar bizi, iki menzil arasında. Peki söyler misin kuzum, ne kalır geriye son “ol”dan sonra? Ya vuslatına eren bir gezgin ya da sürgününden çağrılan bir bezginden başka!
Hikayenin kahramanı, neyi kaybettiğini unutan sonra cebren ya da sehven anımsayan ve düştüğü yere dönen ruhtur. Ruh varlığına vehmettiğimiz, olduğunu sandığımız bir tözden mütevellittir. Çünkü Kelamullah’ta bu anlamda bir ruhtan hiç söz edilmez bize. Mushaf’ta bahsi geçen ruhun, her satırda başka bir karşılığı ve gerçekliği vardır. Ya Cibril’dir ya İsa Mesih, ya vahiydir ya ölümüne muhtaç olduğumuz rahmet.
İşte arafta kalmak budur, sevgili kari. Belki bir hiçlik belki de bir lâedrilik üzerinden kendi varlığını anlamlandırmaya ve tanımlamaya çalışmaktır. Oysa hayatın anlamını vehm üzerine inşa etmek, dünyayı vehn etmek kadar keyif vermez insana.
İnsan zaman zaman derununda imaj ve hakikat çatışması yaşar. Çevresine saldığı ve kargaşalara yol açan imajlar gel gitler oluşturur. Daniel de Foe, insan aslında üç kişidir der: “Başkalarının gördüğü kişi, kendini sandığı kişi ve gerçek kişi.” Ben bir dördüncü benlik daha ekliyorum, bu teslise. Bir de olmak istediği kişi vardır insanın, hep peşinden koştuğu…
Peki ruhu besleyen ve büründüğü bedeni, ayartıcı bir vasıtaya dönüşmekten alıkoyan şey nedir? Mukni yanıtı, ilahi hitabın devamında buluruz:
“Onlar ki göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Rabbimiz bunu boş yere yaratmadın deyip (kavli ve fiili) tesbihatta bulunurlar.”
Bugün ruh üzerinden varlığı okumak için cümleler kurduk. Haftaya ise libasın felsefesini yaparak örtünmek ve soyunmak üzerinden varlığı kavramaya çalışalım. Sorular, yoldaşımız olsun nasipse… Çünkü “soru sormak düşünmenin zekatıdır” demiş, Usta!
Madden örtünüp manen soyunmak mı evladır?
Madden soyunup manen bürünmek mi?
Bizi çıplak gösteren nedir, uryanlıktan uyandıran ne?
Örtünen aslında kimdir, bürüyen ne?
Baki selam…