Cumhuriyet devrimlerinin en menfî sonuçlardan biri estetik anlayışımızın çoraklaşmasıdır. Çağdaşlaşma kisvesiyle ahmaklaştık. “Güzel’’i teşhis ve tatbik edemeyen zevksiz yığınlara döndük. Zira harf inkılabı başta olmak üzere Mutlak Hakikat ile bağlarımızı koparmaya kasteden tüm yıkıcı yenilikler, idrak ufkumuzu eski ihtişamıyla doğmamak üzere batırdı.
Mesela dilimizi felç eden devrimbaz darbeler, dimağımızı da felç etti. Kelimelerimizle birlikte düşüncelerimiz de sıskalaştı. Karantinaya alınmış zihinler, üstüne çullanan kurgu hakikatlere iman ederek sınırlı bir hareket alanı edindi. Ardından bu hapsolunmuşluğu özgürlük zannederek aydınlandığına ve aydınlattığına inandı.
Ve nesilden nesile yobazlaşan o dev aydınlık(!), ilimden sanata kadar tüm şahsiyet sahalarımızı kararttı.
Günümüzde yaşadığımız kültür katliamı, tam olarak bu karanlığın ürünüdür. Tarihî Şemsi Paşa Külliyesi’ne yapılanlar bu düşüklüğünün semeresidir. Mimar Sinan’ın zekasına inatla muhalefet etmek, aynı fikir betonlaşmasından bir nişandır.
Bu sığlık, elbette kabukçu parti siyasetine indirgenmemelidir. Zira malumdur ki estetik zevklerin çürümesi bir cemiyet bozukluğudur. Fakat geniş planda bu bozukluğun mimarı; tek parti dönemindeki kanlı diktatoryadır. Bağımsızlık reçetesiyle yuttuğumuz despotizm hapı, düşünce hudutlarımızı işgal ettiği gibi estetik bakışımızı da köreltmiştir. Yani bir sebep-sonuç ilişkisi söz konusudur. Milletin idrak hançeresine saplanan altı ok, hayat anatomisiyle beraber milletin fikir fizyolojisini de zehirlemiştir. Dolayısıyla toplumdaki estetik fukaralığının nedeni temel olarak politik geçmişimizdir.
Bor’un pazarı geçti ama eşeği Niğde’ye de süremiyoruz.
Baki’nin kalemle yaptığını Mimar Sinan’a taşla yaptıran bediî deha elimizden alındı çünkü. Kısıtlandık. Kirlendik. Hakkıyla temizlenemiyoruz. İdeoloji, inanç, dünya görüşü dinlemeyen kuşatıcı zevksizliğin, merkum kirliliğin bir mahsulü olduğunu göremiyoruz.
Mesele yalnızca, boğazın heybetli dalgalarına dokunan cami çapındaki beş yüz yıllık bir inciye beton bulaştırmak değil. Tarih kokan bir başka camiin iç restorasyonunda dandik ve çirkin bir mermer topluluğu kullanmak da bu kirliliğe dahil, şehrin beş yüz yıllık çeşmelerine plastik boru döşemek de… Bin senelik kaldırım taşlarını söküp yerine Çin malı beton parkeler dizmek de bu çöp akıllılıktan bir misal, muazzam bir akustik plan ile tasarlanmış yüzlerce yıllık şaheserlere çirkin hoparlör takımları giydirmek de…
Şairin deyimiyle, nur yolunu tıkayan yüz bir katlı gökdelenleri zaten hesaba katmıyorum.
Esas problem şurada aslında:
Camileri ahırlaştıranlara kin güdenler bile camileri ahırlaştıranların kurduğu rejimde eğitiliyor. Kısır döngü. Mimarlık tahsili görmek; kişideki kırpılmış dehayı, mahdut güzellik anlayışını yeniden yeşertmiyor. Her kuşakta yeniden üretilen zihin vandalizmi, en nihayetinde fikirden esere sirayet ediyor.
Hakikat deryasıyla kültür miraslarımız arasına “çelik konsol’’lar sokan “basit’’liği yıkmadığımız müddetçe bir şey değişmeyecek. Daha nice (Kuşkonmaz)ın ruhuna katil kuşların saçtığı pislikler kondurulacak.