Sahi bu modern ve seküler hayatın talep ettiği gerçekten de Thomas Luckmann’ın ifade ettiği “Görünmez din” mi?
Bunu anlayabilmenin en temel yolu, endüstri toplumlarının sekülerleşen hayatlarına bakmaktır…
Ne yazık ki modern yaşamın içerisindeki davranış biçimlerinde, dinin tesirleri neredeyse yok olma noktasına gelmiştir…
Gittikçe daha da görünmez hale gelen “din”, yeni nesillerde adeta bir “hayalet” ürkekliği ile karşılanır oldu…
Bu “yok” oluş bütün dinlerin ortak sorunudur…
Sorduğunuzda insanların her biri bir dinin mensubu olduğu halde, davranışlarından bunu anlamak artık çok mümkün değildir…
Tabir yerindeyse bir “teselli aracı” olarak zihinde tutulan “din”in, mümkün olduğunca görünmez olması, çıkarların yaşatılması adına bir tercih(-miş) gibi duruyor…
Ya da Erol Güngör’ün ifadesiyle; “Bugün ticaret hayatı tamimiyle iktisadi prensiplere göre işleyen dünyevi bir meşgale haline gelmiş, din ise bu hayata giren insanların zaman zaman başvurdukları bir ‘kurtuluş’ kapısı durumuna girmiştir. Artık müziği kendi başına bir değer olarak almıyoruz, başka işlerden sıkılınca ‘başımızı dinlendirmek’ için kullanıyoruz.”
Dini romantik bir enstrüman haline getiren modernizm aslında her dinin dindarları tarafından ciddi bir ortak mücadele alanı olmak zorunda; özellikle de farklılıkları eşitlemeye çalışan yanıyla…
Hâlâ var olmaya çalışan inanç ve kültür farklılıkları, kendi aralarında çatışmaya devam ettikçe, bu ortak düşmana ciddi fırsatlar sunuyorlar; değerlerini belirsizleştireni belirginleştiremeyerek…
Adeta “toplumsal farklılıkların kalbi”nin attığı yeri temsil eden inançların bu derece görünmez olması en başta grup ruhunu ve dolayısıyla da dayanışmayı tehdit ediyor…
Aidiyet oluşturamayan renksiz ve hissiyatsız bir toplumun, fertlerine güven verebilmesi mümkün değildir…
Friedrich Schilleri’in ifadesiyle insanları “kabile kardeşliğinden evrensel başkadaşlığa” sürükleyen bu belirsiz toplum yapıları, insanlığın geleceği açısından çok daha derin sorun potansiyelleri taşıyor…
Seküler toplumlarda dinin görünmez olması, sadece uhreviliği dejenere etmekle kalmayıp, “klişelerin diktatöryası”ında oluşan “kültürel eşitlenme” ile de derin bir sığlığa sebebiyet vermektedir…
Dinin görünür olduğu toplumlar ne kadar renkli ve dinamik ise dinin görünmez olduğu toplumlar o kadar renksiz, ruhsuz ve enerjisini kaybetmiştir…
Uğruna ömür sürülecek bir dini (davası) olmayan insanın kayıplarını tarif etmek ne mümkün…
Ve imkânsızlığı bile imkân haline getiren bir yaratıcıdan yoksun kalmak ne büyük bir sahipsizlik…