Gerçekten herkes milliyetçi mi?

Abone Ol

Son yıllarda bütün dünyada yayılan ve çok farklı tonları olan bir milliyetçi dalga var; domino etkisiyle ilerleyen.

Her yerdeki yansıması aynı olmasa da temel parametreler çok da farklı değil.

Bunun elbette pek çok sebebi bulunuyor.

Yazımızın hacmi daha derin bir analize izin vermese de belirli bir zeminde, bu sebepler ve kısmen de sonuçlar üzerinde durmayı deneyeceğim.

Tüm dünyada ve özelde de Türkiye’de; kapitalist, anti-kapitalist, komünist, muhafazakâr, demokrat, daha genel başlıklarda ise sağcı ya da solcu ne kadar akım varsa, yayılan bu milliyetçi dalgadan istifade etmek için sıraya girmiş görünüyor.

Bugün devletlerin ya da onları yönetmeye talip ideolojilerin, milliyetçilik ve savaş korkusunu diri tutmasının arkasındaki en temel sebep, Julien Benda’nın; “Bu duygular, bir millette kalıcı bir askerî ruh yaratır.” ifadesindeki gibi midir?

Yoksa bu endişeleri besleyerek iktidarı “garanti” etmek adına kitleleri daha derinden coşturmak mıdır?

Bu noktada suni gerekçelerle milliyetçiliğe hatta ultra milliyetçiliğe -faşizme vardıranları unutmadan- tutunmaya çalışanlar olduğu gibi haklı gereçlerle ve daha makul sınırlarda bir milliyetçiliğe tutunanlar da var.

Yani demek istediğim; samimi milliyetçiler olduğu gibi gayr-ı samimi ve sadece çıkarı için milliyetçi görünenler de var.

Bugün uluslararası zeminde menfaat elde etmek isteyen, ulusları sömüren ve “küresel güçler” diye genelleştirilen savaş baronlarının da en çok istediği şey, aşırı milliyetçiliklerdir.

Zira milletler arasındaki nefretleri diri tutmanın en temel yolu, aşırı milliyetçiliklerdir.

Bu nefret bir gün kendi çocuklarının hayatına mal olacak olsa bile, nefretin hizmetkârları, sömürdüklerinin üzerindeki tasallutlarından vazgeçemiyorlar.

Böylesine kör eden bir egoizm de onlara musallat olmuş vaziyette.

Nefreti kendi çıkarları için besleyen baronların tavrını, Machiavelli’nin “Prens” adlı çalışmasındaki şu sözü karşılıyor gibi: “Her şeyden çok tebaanın malına dokunmaktan kaçın, zira insanlar için babalarının ölümünü unutmak, miras kaybını unutmaktan daha kolaydır.”

Zira çıkarlarına dokunanları asla unutmayan bir düşmanlıkları var.

Bugün toplumları daima bir asker diriliğinde tutan milliyetçi ruh, her rengiyle öyle anlaşılıyor ki -hem Batıda hem de Doğuda- iyiler kadar, kötülerin de silahına dönüşmüş durumda.

1849’da toplanan bir piskoposlar meclisi, Hristiyan’ı, Hristiyan’a kırdıran Batı’daki milliyetçilik akımını: “Bu milliyetçilikler putperestliğin yadigarıdır.” diyerek aşağılamıştı.

Fakat aynı zeminde faşizme varan Alman ya da İtalyan milliyetçiliğine, sırf kilisenin çıkarları için ses çıkarmayan XV. Benedictus’ların tavırlarını da tarih kaydediyordu.

Ne Kur’an ne de İncil, bugün dünyada nefretleri körükleyen aşırı-sağ akımları tasvip eder.

Bilakis ve en azından, din kardeşliği altında birleştirdiklerinin düşmanlıklarını hor görürler.

Batı’da neredeyse Hz. İsa’yı aşırı-sağ milliyetçiliklerinin bir havarisi haline getirmiş bir din algısının da beslediği, Türk ya da Müslüman düşmanlığı bunun en açık örneğidir.

Dünya, son yıllarda bu nefreti körükleyen aşırı milliyetçi akımlarla çok acı çekti.

Ne yazık ki bunun için geliştirilmiş etkin bir tedavi de görünmüyor; üstelik sürekli artan sancılara rağmen.

En azından ve bana göre, İslam dünyası için en iyi ilaç “Peygamber milliyetçiliği”dir.

Farklı olana “yaşam hakkı” tanıyan, en doğru farklılık anlayışı budur ve bu anlamda Veda Hutbesi’nin önüne geçen bir konuşma olmamıştır.

Zira öldüren değil, yaşatan bir milliyetçilik, şuurunu kaybedemez…