Gün batıp da beyaz iplik siyaha döndüğünde, yeryüzünün yorgunluk ve bunaltısından dinlenmek için yaratılmış geceye sığınırım. Karanlığı üstüme bir yorgan gibi çekip kuytuluğa ram olurum. Efendimizin Hira’da yüklendiği ağır yükün ardından eve döndüğünde “beni örtün, beni örtün” demesi gibi geceyle örtünürüm…
Şimdi ne Hiralarımız var maalesef Mekke’nin günahlarından ve yoruculuğundan kaçıp sığınabileceğimiz ne de mağaralardaki akrep çıyan deliklerine bedenini siper edecek Ebu Bekirlerimiz…
Bürünmek iyi gelir bana… Hele de geceye…
Kimi zaman bir örtüye, kimi zaman bir dosta bürünmek, kimi zaman secdeye, kimi zaman da gündüzü bürüyen geceye bürünmek dinlendirici ve huzur vericidir…
Nizip’in bunaltıcı sıcakları odalarda uyumaya fırsat vermez… İyi ki de vermiyor… Bu sayede döşeği balkonlara serip başımızı yastığa koyduğumuzda, kıyametler kopardığımız, zerre kadar dahi cürmü olmayan yeryüzü dışında sınırsız bir evrenin ve muazzam bir kudretin varlığını hatırlıyoruz. Ve derken sayısız galaksilerin ve milyarlarca yıldızın baş döndürücü azameti karşısında tefekkür kaçınılmaz bir hal alıyor…
Apartmanlar bizden ne de çok şey almış götürmüş. Evrenimizi, galaksilerimizi, gezegenlerimizi, yıldızlarımızı, samanyolumuzu, yedi kardeşleri, kutup yıldızımızı ve de en önemlisi tefekkürümüzü alıp gitmiş bizden…
SherlockHolmes ve Dr. Watson şehirlerin yoruculuğundan uzaklaşıp bir dağ başında kamp kurarlar. Doyurucu bir kültür, sanat ve felsefe sohbetinin ardından çadırda uykuya dalarlar. Birkaç saat sonda Holmes uyanır ve Watson’ı dürterek uyandırır. Watson uyku sersemidir.
– Ne oldu, ne istiyorsun?
– Yukarı bak, ne gördüğünü söyle bana.
– Bunun için mi uyandırdın? Milyonlarca yıldız işte.
– Peki bu sana neyi gösteriyor?
Artık uykusu iyice kaçan Dr. Watson feylezofça cevap verir:
– Teolojik olarak tanrının kudretini ve kendi acizliğimizi görüyorum. Felsefi olarak evrenin sonsuzluğunu ve onun karşısındaki önemsizliğimizi; astronomik olarak galaksilerin, yıldızların, gezegenlerin varlığını, dünyaya benzeyen başka gezegenlerde de hayat olabileceğini; meteorolojik olarak yarın havanın güzel olacağını görüyorum. Peki sana neyi gösteriyor?
– Görmüyor musun ahmak, çadırımızı çalmışlar!
Oysa yanılıyordu Sherlock Holmes. Çalınan çadırlarımız değil tefekkürlerimizdi… Üzerlerimize gerilen beton çadırlarla asıl çalınan ayarlarımız kaçtığında fabrika ayarlarımıza tekrar dönmemizi sağlayan, saptığımız rotalardan bizi rotamıza yeniden döndüren, fırladığımız yörüngemize bizi tekrar oturtan tefekkürlerimizdi…
Rivayet odur ki Peygamber Efendimiz (sas), mahzun olduğu zamanlarda gökyüzüne, mutlu olduğu zamanlarda ise toprağa bakarmış…
Üzerinde hüküm sürdüğümüz yeryüzü ve dünya başımızı ve bakışlarımızı kendisine sabitleyerek bizi hipnozluyor adeta ve kendisine köle kılıyor. Oysa başımızı gökyüzüne ve evrene kaldırdığımızda muazzam bir kudret, kusursuzluk ve gerçek özgürlükle karşılşıyor, kendimize dönüyoruz.
“Haydi durma, bir daha, bir daha bak fakat her bakışında dehşet ve hayranlığın bir kat daha artacak ve sonunda, bakışların hatâ aramaktan yorulmuş ve ilâhî yaratışın ihtişâmı karşısında yenilgiyi kabullenmiş bir hâlde sana geri dönecektir.” (Mülk-4)
Rabbim bizleri, başı öne eğilmişlerden kılmasın…