Miladi yılbaşını geçtiğimiz günlerde geride bıraktık. Bıraktık bırakmasına da bir tartışma var ki her yıl bıkmadan tekrar gündeme getiriliyor. Malum konu: Yılbaşına özel muamelenin caizliği tartışması. Erbakan hocanın iktidar olduğu dönemlerde dini ehemmiyetinden çok siyasi malzeme haline getirilmiş ve güncelliğini halen koruyan bir kavga… Ehli olsun veya olmasın genelde yaşadığı meskene göre icazetin verildiği veya verilmediği ‘’bizim ülke gündemi’’.
Öyle ki; Nişantaşı yazarlarından biri çıkıp, kendini bu ilmin ehli olarak addederek yılbaşına özel muamelenin caiz olduğunu kendince delil göstererek anlatmaya çalışıyor. Delil dediysek akıllara müspet deliller gelmesin. ‘’Çalmanın, iftiranın, rüşvetin helal olarak görüldüğü bu zamanda yılbaşını kutlamak da helal olsun bi zahmet’’ demeye getiren bir anlayış. Helali-haramı abdin insafına bırakan acizane bir söylem. Siyasetin çirkinliklerini, günah çıkarma merasimine dönüştürecek kadar basit bir çırpınma.
Bu tartışmanın siyasi malzeme haline getirilmesinin sebebi ne olabilirdi ki?
Eskiye gitmek lazım. Taa en başlara. Tanzimat’tan sonra siyaset ve hukuk mekanizmasının işleyişinin batıya yönelmesi ve yetişmesi için Avrupa’ya gönderilen talebelerin batı aşkı en büyük etken olacaktı. Üst kademelere getirilen kişiler batı terbiyesinde yetişmiş ve bunu kendi toplumuna enjekte etmeye çalışacaklardı.
Öyle bir nesil yetişecekti ki; batıdan gelen her şeyi iyi bilecekti. Bilmek zorundaydı. Batının modası, eğitimi, yedikleri ve içtikleri her zaman gıpta ile bakılan bir halete bürünecekti. Avrupa’dan gelen her şey kabulümüzdü. Necip Fazıl’ın dediği gibi: ‘’İslamiyet Avrupa’dan Gelse Müslüman Olacaksınız!‘’. Vaziyetimiz bundan gayrısı değildi.
Batı deyince arkasına çağdaşlık ve modernlik kelimeleri sıralanıyordu hemen. Birbirinden ayrı düşünmek imkansızdı. Biri tutmasa, diğeri giriyordu devreye. Cemil Meriç şöyle anlatıyor bu durumu: ‘’Batılılaşma miti eskiyince, yeni bir yalan çıktı sahneye, daha doğrusu aynı nazenin taze makyajla arz-ı endam etti: çağdaşlaşma. İntelijesiyamızın uğrunda şampanya şişeleri patlattığı bu ihtiyar kahpe, Tanzimat’tan beri tanıdığımız Batı’nın son tecellisi, çağdaşlaşma, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmanın kıtası ne? Hippilik mi, bürokrasi mi, atom bombası imal etme gücü mü… Çağdaşlaşmak, Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak, yani yok olmak.’’
Batı gerçek yüzünü; İstiklal harbini kazandıran nenelerimizin giydikleri çarşafları, torunları tarafından meydanlarda yırtıldığında gösterecekti. Çirkin, hayasız ve arsız bir medeniyet safsatasının tohumları dökülecekti meydanlara. Ecdadlarına küfredecek ve dinlerini reddedecektiler. Asıl olan Avrupaydı artık. Osmanlı ise alfabesini bile bilmediğimiz farklı ve yabancı bir milletti bizim için. Bize yabancıydı; çünkü Avrupa’ya yabancıydı Osmanlı…
Benzeyecek daha asil, daha insani ve daha medeniler varken; batıya,avrupaya ve nicelerine benzemek nedendir? Kulağa küpe olacak bir kelamı, mütekelliminden dinlemek lazım. Benzememiz gereken biri Üstad Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar da der ki: ‘’Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa’nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz?
Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır.’’