Brunson’un -üstelik ceza alarak- ABD’ye dönmesi üzerinden Cumhurbaşkanı’nı eleştirenlere benim de birkaç hatırlatmam olacak ve tabii bir de farklı bir açıdan bakma önerim.
Öncelikle şu notu düşelim tabi: Bu topraklarda son yüz elli yıldır devam eden misyonerlik faaliyetlerini bilmeyenimiz artık yoktur diye inanıyorum. Fakat aynı inançla bu misyonerlerden bu güne kadar ceza alana da rastlamadım; deşifre olanlar olmasına rağmen. Bu belki benim cehaletim. Ama bilenler varsa bana bilgi desteği sunmalarını çok isterim.
En başından söyleyeyim Brunson bu manada ilk defa yargılanarak ceza alan ajan-misyoner olmuştur. Fakat bazı haberlerde kullanılan dil bu anlamda çok manidardır. Ben “değme” haber mecralarında “beraat”tan tutun da “serbest bırakıldı” ibarelerine kadar çokça izaha rastladım. Bunlar maksatlı değilse eğer bir gaflet örneğidir.
Çünkü neredeyse iki yıl tutuklu kalmış ve bu süre, aldığı cezadan düşülmüş bir kişiyi “beraat” ibaresiyle “masum”laştırmak, hukuken Türk Yargısını, siyaseten de iktidarı mahkûm etmektir. Öne çıkarılması gereken kısmı “yargılandı ve ceza aldı” kısmıdır bana göre…
Brunson davası zaten bir siyasi davaydı. Bu sebeple de hukuki bir mevzu olarak çok gündemde olmadı. Ayrıca uluslararası hukuka aykırı bir durum da yaşanmamıştır. Bu aslında ABD’ye de bir ders niteliğindedir.
Fakat ABD’deki FETÖ ve Hakan Atilla meseleleri için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Çünkü deliller uluslararası hukuka uygun elde edilmemiş ve usul terk edilmiştir. -Dikkat ederseniz “dava” demiyorum; “mesele” demeyi tercih ederek…-
Bir de işin başka bir tarafından bakalım. Cezayı “az” bulanların ya da “serbest” kaldı olarak görenlerin baktığı yerden. Diyelim ki “haklısınız.” Bunca ekonomik saldırı yaşandı bu sebeple bu da aşikâr…
Bu meselede öncelikli bir suçlu aranacaksa bence onlar bu saldırıları fırsata çevirerek, iktidarın elini zayıflatan içerideki fırsatçılardır. Zira kısa zaman sonra yerel seçime gidecek olan bir iktidarı ekonomik darboğaza sokarak zayıflatmak isteyen dış tahrikçilere içeriden destek veren “vampir”lerdir.
Etrafımda çok iyi bildiğim AK Partililer’i dahi yavaş yavaş eleştiri saflarına katmaya başladığına şahit olduğum bu “ahlaksız fırsatçı saldırılar” asıl hedef olması gerekirdi. Fakat böyle olmadı. İnsanlar doğal olarak markete bakkal gittiğinde ödediği paraya baktı.
Sürekli olarak enjekte edilen “kriz” cümlelerinin asıl amacı “umut”ları da yok etmek üzereydi. Siz bir siyasetçi olsaydınız “göz göre göre” bu algı operasyonuna devam etmek ister miydiniz? Yoksa en azından bir meseleyi daha kazanacağınız ya da kaybedeceklerinizi muhasebeleştirerek en kârlı olacağınız bir müzakereyle çözmeye mi çalışırdınız?
Türkiye kabuğunu çok güçlü bir şekilde kıran bir ülke olarak, masada kazanmayı da tekrar öğrenmeye başladı. Müzakerelerde tek bir tarafın yüzde yüz kazandığı bir tablo da yok zaten. On yıl önce hayal bile edilemeyen şeylerin bugün yetersiz olarak görülmesi de ayrıca mutluluk duymamız gereken bir özgüven yansımasıdır; ABD ya da Batı karşısında…
Ama aklı devre dışı bırakarak duygularla hareket etmeye, ayaklarımızı yerden kesecek derecede aşırı “gaz”a maruz kalmaya da gerek yok kanaatimce. Mantıklı ve istikrarlı olmak en kârlı olanıdır…
Hem, “Hiç bedeli olmasın hem de her mücadelede her şey benim olsun” demek, hiçbir tarihsel realiteyle bağdaşamaz. Sadece “zafer”i isteyip onun zorluğundan da kaçmak, hiçbir muzafferin düştüğü acziyet olmamıştır. Biz tekrar tarih sahnesinde kendimize daha geniş bir yer açmaya çalışırken, oralardakilerin bize “buyurun” demeyeceği açık değil mi?
Sonuç olarak şunu ifade etmeliyim: Asıl odağımız bizi zayıflatan fırsatçılar olmalı, bizi bu fırsatçılardan korumaya çalışanlar değil. Hiçbirimizin bireysel olarak bir iktidardan daha fazla istikrarın sürmesini arzu edemeyeceği de mantıksal bir tutarlılık olarak ortadadır ve doğal akışa daha uygundur. Dolar artarken heyecanlanan ve anında fiyatları yükseltenlerin ne denli vicdana sahip olduklarını, inerken aynı refleksi göstermemelerinden de anlamak çok mümkünken doğru hedefe odaklanmak hayatidir ve bir istikbal meselesidir…