12 Eylül’de çocuktum. 28 Şubat’ı, meselelerin tam ortasında yaşadım. Bir şeyin tam göbeğinde olunca o şeyin yaptığı tahribatı analiz etmekte güçlük çekiyorsun. Yaşadıklarının sende yaptığı tahribatı anlayabilmen yıllar sürüyor. 31 Mayıs Gezi olaylarında ise, yaşımın verdiği zihinsel olgunluk, meseleyi birçok farklı açıdan görebilme imkânı verdi bana. Ama açıkçası Gezi olaylarının bu ülkenin en az on beş-yirmi yılına etki ettiğini fark etmekten ve bu tahribatın ne olabileceğini az çok tahmin etmekten başka somut sonuçları algılayabilme hususunda yine çaresiz kaldım.
Bir neslin zihin haritasını, o olaylar sırasında sadece yirmi gün gibi kısa bir sürede dizayn ettiler. Elbette on yıllık bir bakiyeyi kullandılar bunu yaparken, bugünden yarına bir hadise değildi ama apolitik diye yakındığımız gençliğe çok tehlikeli ve kritik üç beş virüsü, o olaylar sırasında enjekte ettiler. Modern dünyanın dilini konuşan bu yeni nesil, o olaylar sırasında, vatan kavramına yabancılaştı, güvenlik güçlerine düşman oldu, kendi zekâlarına hayran bırakıldı ve kuralsızlıkları övüldü. Birbirine zıt kavramlar aynı tabakta sunuldu ve bir nevi “oksimoron bir nesil” inşa edildi kısa süre içinde.
Gezi olayları, 17-25 Aralık süreciyle cilalandı. Ya da tersi; aslında Gezi, 17-25 Aralık’ın ön hazırlığıydı. Öyle ya da böyle memlekete ağır bir ‘endişe rüzgarı’ çöktü. Bir vatan savunmasına döndü karşı refleksler. Vatan elden gidiyordu, detaylarda boğulmamak ve hemen vatanı savunanların arkasında saf tutmak gerekiyordu. 30 Mart seçimlerinin atmosferi Geziciler ve FETÖ’cülerle mücadeleyle doldu taştı. Ardından cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “darbeci cephe”nin kontra yumrukları bertaraf edildi. Sonrasında sonuçları bakımından irrasyonel olan 7 Haziran seçimlerinde bir mevzi kaybedildi gibi oldu ama “yönetmeye” değil “yönettirmemeye” and içmiş bir bilinçaltıydı savaşmak zorunda kalınan zihniyet. Yeniden sahaya çıkan PKK Terörü, üstümüzdeki endişe bulutlarını daha da ağırlaştırdı. Bütün bu yorucu sürece bir nokta koymanın vakti gelmişti artık. Makul çoğunluk olaya el attı ve 1 Kasım’da tüm tartışmaları kökten bitirerek zor ve kalın bir düğümü pat diye çözdü.
1 Kasım seçimleri, 31 Mayıs 2013’den bu yana üstümüze çökmüş kara bulutları dağıttı. Şimdi artık paralel ihanet çetesi “kriminal bir vaka” olmanın ötesine geçmemeli zihnimizde. Vahşi bir suç örgütüyle karşı karşıya olduğumuzu anladık. Şimdi artık zihinlerimiz de gardını almış vaziyette. Devletimizin dibine kadar bu çeteyle mücadele etmesi gerektiğini düşünüyoruz. İhanete geçit yok, af yok, tolerans yok. Tamam. Bütün bunlar tamam. Ama biz artık 1 Kasım rüzgârıyla bir üst seviyeye geçmeyi hak ediyoruz. Fetö artık bizim gündemimizde yer etmeyecek kadar küçülmeli zihnimizde. Vatanı savunurken, memleketin istiklal mücadelesini verirken 2 yıldır, çıtayı bir basamak üste çıkaracak numaralar çekmeyi unuttuk. Yani büyük bir tehlikeyi savuşturduk ama yepyeni bir dalgayı oluşturacak yeni bir ortamın oluşmasına da göz yummuş olduk. Sinema filmleri yapmayı yeniden hayal etmeye başlasak iyi olur; öyküler, romanlar yazmayı… “Fetuhllahçıları bitirmek”ten daha büyük hayal kurmayı yeniden başarmamız lazım. PKK, IŞİD, FETÖ ve türevleriyle mücadeleyi devletimize emanet edip, kişisel gündemimizin ana ekseni olmaktan çıkaralım artık. Bakın şahane dergiler çıkarıyoruz, dünyayı gezmeye başladık, yazılım üretiyoruz ne bileyim elinde video çekebilen fotoğraf makineleriyle kısa filmler üretmeye uğraşan bir sürü genç arkadaş var aramızda. Karikatür, müzik, spor… Bizim dışımızda gelişen bir savaşın kendi payımıza düşen dersini layıkıyla aldık. Kafasına balyozu indirdik. Eğer kişisel mücadelemizi bu kısır bir döngüye hapsedersek yarın yeni bir “Gezi türevi” saldırıya açık hale geleceğiz. Bir kavram mücadelesi vermeliyiz, bir yaklaşım restorasyonu yapmalıyız. İdeoloji inşa etmeye, uzun soluklu strateji üretmeye kafa patlatmalıyız.
Yeterince çok şey yaşadık bu kısacık dönemde. Yeterince ders aldık. Şimdi tarihin bizden beklediğini yapmak için fırsat var elimizde. Biraz yoğunlaşalım lütfen. Bi düşünelim neler yapabiliriz…