Farkında mısınız?

Abone Ol

Küreselleşmenin son aşamasına geçildi. Son yarım asırdır alt yapısı hazırlanan TEK İNSAN-TEK KÜLTÜR-TEK AHLAK-TEK EKONOMİ iddiası, ABD merkezli küresel sermaye tarafından fiiliyata geçiriliyor. Sınırların ve kültürel-dini farklılıkların ortadan kalktığı bu yeni süreç beraberinde yeni bir insan tanımı da getiriyor. Taklitle yetinen, hiçbir inancı veya aidiyeti olmayan, sadece tüketime odaklanmış, nesne konumuna indirgenmiş bu yeni insan tipi en çok da son 20 yılın ürünüdür.

Yaklaşık bir asır önce mütefekkirlerimiz Japonları bizlere örnek gösterirlerdi. Mehmet Akif bile eserlerinde Japonların kalkınma çabalarına gıpta ile değinmiştir. Gelin görün ki aradan geçen bir asrın ardından ortada Japon kültürü kalmış mıdır bakmak gerekiyor. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin mandası haline gelen Japonya; kültürünü, dilini, ideallerini kaybetmiş taklitçi bir millet duruma düşmüştür. Ekonomisinin veya sanayisinin ileri olması bir toplumu “millet” yapmaz. Japon gençliği ipini koparmışçasına batı kültürünün ikinci sınıf bir taklidi olmak sevdasıyla ömürlerini tüketmektedir.

Yaşanan küresel sömürgeleştirmenin en dramatik örneği Güney Kore’dir. Aslında yeryüzünde Güney Kore diye bir ülke veya millet var mıdır sormak gerekiyor. ABD’nin uydusu durumundaki bu zengin ülke, sanayisi ve teknolojisiyle adeta batının üretim merkezi haline dönüşmüştür. K-Pop salgını ile zirveye ulaşan taklitçilik sevdasıyla Güney Koreliler bırakın kendi kültürlerini, insanlıklarını dahi unutma durumuna gelmişlerdir. Bu acınası hal tüm örnekleriyle Kore filmlerinde görülebilmektedir. Güney Korelilerin içinde bulunduğu durumu “Kraldan çok kralcılık” şeklinde özetleyebiliriz. Çünkü bu ülkenin yaşadığı ahlaki yıkım kendisine örnek aldığı ABD’yi dahi ürkütmektedir. Hristiyan misyonerlerin merkezi haline gelen Güney Kore; kültürünü, inançlarını ve tarihini çöpe atan hayırsız evlat olmanın ötesinde Hristiyanlığı diğer ülkelere yaymak için var gücüyle çalışmaktadır. Tam bir akıl tutulması olan bu durumun dünyada bir benzeri yoktur.

Nüfus olarak dünyanın en büyük iki ülkesi Çin ve Hindistan da benzer bir süreç yaşamaktadır. Küresel sermaye beraberinde getirdiği küresel kültür algoritmalarını önce Hindistan’ın genlerine yerleştirmiş şimdilerde de Çin’in genlerine yerleştirme çabalarını artırmıştır. Bunu fark eden Çin hükümeti komünist bir yönetim olmasına rağmen kendi tarihi değerlerini yansıtan Konfüçyüs düşüncesini yeniden diriltme çabasına girişmiştir. Fakat Çin gençliği büyük oranda batının kültür emperyalizmine maruz kaldığı için geri dönülemez bir noktaya ulaşmıştır. Hint ve Çin yapımı dizilere bakıldığında yaşanan bu dönüşüm açık şekilde görülmektedir.

Küresel sermaye tüm bu işgal ve ehlileştirme için füze, uçak veya silah kullanmadı. Bu milletlerin zihinlerine girmeleri ve alışkanlıklarını değiştirmeleri yetti de arttı. Çin’i teslim alma süreci 1970’lerde Coca Cola’nın bu ülkeye girişiyle başladı ve yarım asır geçmeden yeni yetişen nesiller kültür emperyalizminin birer aparatı haline dönüştü. 2000’lerden sonra internetin yaygınlaşmasıyla da bu büyük ülkeler sınır kavramını yitirdi ve çocuklarını batı kültürünün haz dünyasına teslim ettiler.

Avrupa, Afrika ve Güney Amerika’yı anlatmaya gerek yok sanırım. Bu kıtaların küreselleşmesi çok önceleri tamamlanmıştı. Zihinleri iğdiş edilen milyarlarca insan daha çok sosyal medya, eğitim, film endüstrisi ve internet üzerinden sömürgeleştirildi. Şimdilerde bu ülkelerden hangisine giderseniz gidin aynı moda, aynı inanç, aynı müzik, aynı merak ile donanmış aynı insan tiplerini görürsünüz.

Küreselciler için son hedef bir türlü tam olarak ehlileştiremedikleri Müslümanlardır. Giyim, kuşam, moda, eğitim gibi alanlarda büyük oranda kendilerine benzettikleri halde Müslüman toplumların bağlandıkları tevhid dini bir köz halinde kalplerinde yaşamaya devam ediyor. İslam coğrafyasının batı dünyasına en yakın milleti olan bizler bu kültürel hegemonyaya bir asırdır maruz bırakıldık. Sözde çağdaşlaşma adı altında üzerimizde yapılan tüm dönüştürme çabalarına rağmen milletimiz tarihinden kopmayı reddetti ve kalbinde köz halinde duran inançlarını/kültürünü harlayarak canlandırmaya başladı. Bu durum küreselcileri endişeye sevk ettiği gibi saldırılarını da artırmıştır. Bu kültürel kuşatmayı aşmanın en etkili yolu eğitim alanında yerli ve milli anlayışa dönmekten geçer. En fazla 50 yıl içinde yukarıda bahsettiğim ülkeler kültürel hafızalarını yitirerek küresel emperyalizmin aparatına dönüşecektir. Ayakta kalabilenler ise kültürlerini ve inançlarını yaşatan milletler olacaktır. Bir an önce yaşanan bu sürecin farkına varmak ve geç olmadan hemen bugün adım atmak zorundayız.