İnsanları farklı farklı yaratıyor Allah, kâri. Başka başka yaratılmışların hepsi ve hatta her biri yegâne her biri biricik… Hani benziyor belki benzerlik ararsan lakin aynı olmuyor, olamıyor ve belki de olması da gerekmez zaten. Ve hem eskilerin de dediği gibi beş parmağın dahi beşi bir olmuyor. Ama şunu da diyor eskiler farklılıklarımız zenginliğimizdir. Onun için biri benden başka ya da farklı diye, benim gibi düşünmüyor ve benim gibi yaşamıyor diye kimse de kusur bulmuyorum ben ve aramıyorum da zaten. Zira kusur bulan da kusurludur denmiştir madem, ben bu sözde hakikat arıyorum ve var olduğunu da biliyorum.
Yaşamak dediğimiz de bence biraz başka olan, farklı olan her ne ve her kim varsa ona saygı duymak ya da en azından tahammül etmek anlamına geliyor. Lakin bir istisnayı mahfuz tutuyor ve ona karşı durma hakkımı her daim saklayarak söylüyorum. O da şu ki saygı duyduğum kadar saygı görmeyi bekliyorum. Yani nasıl ki ben bir başkasının benden farklı oluşuna itibar ediyor ya da en azından tahammül ediyorsam karşıdakinden de bunu bekliyorum. Benim yaşayışıma, benim duruşuma, bakışıma, düşünceme ve hatta inancıma saygı duymayana ve hatta saldırana zerre itibar etmiyorum ve bunun dahi hakkım olduğuna inanıyorum.
Biz bu topraklarda asırlarca böyle var olduk aslında. Gönül medeniyeti kurduk. Gönüllü kurduk ve haddizatında sadece biz de değildik bu kuruluşun taşları. Daha niceleri vardı. Bizden olmayan, bizim gibi yaşamayan ve bizim gibi inanmayan daha niceleri vardı. Bir duvar gibi sağlam durabiliyorduk. Her taşı farklı renklerde olsa da bir duvar olabiliyorduk. Bunca farklı hamuru tek kapta karan aslında saygı ve gönüldü. Birbirlerine, birbirlerinin hayatına, inancına saygı duyuyorlardı. Ne biri ötekini farklı düşünüyor diye dışlıyor ne diğeri berikini bir başka şeye inanıyor diye aşağılıyordu. Ve bence sadece devletlere, ordulara, düşmanlara değil asırlara da meydan okuyan bir medeniyet kurmamızı sağlayan da tam buydu.
Sonrasında ne oldu? Nasıl oldu? Bunların hepsini bilenler defaatle ve ciltlerce kitaplara yazmışlar zaten ve burada anlatmaya yetmeyecek kadar çoktur. Ama kanaatimce mesele de tam da oradadır. Sonrasında ne olduğunda… Neyi yitirdiğimizdedir aslında. Neyi yitirdik de birbirimize bu denli tahammülsüz ve bu denli kabulsüz olduk? Ne olurdu mesela biraz daha saygı duyabilseydik birbirimize? Ya da ne olurdu mesela bambaşka yaşayan, ayrı inanan, ayrı giyinen, ayrı düşünen birkaç adam yan yana gelip de bir kıraathanede belki bir bardak çay yudumlayıp da aynı olan yanlarımızı konuşsaydık? Hakaretsiz, küfürsüz muhabbet edebilseydik.
Şimdi ise“evet” ya da “hayır” diyeceğimiz için iki ayrı yerde mevzileniyor gibiyiz. Kardeşim herkes ne istiyorsa onu yapmayacak mı? Ya da yapmamalı mı ve bu tercihin hürriyeti yok mu? Yani illa ki biri diğerinin istediğini mi yapmalı yani? Ya da yapmayan kendinden olmayana hakaretler mi savurmalı? Herkesin kendi düşüncesini savunmasını, anlatmasını anlayabiliyorum. Ama karşısında durana tercihi yüzünden hakaretler savunmasını anlamıyor ve hiç anlamak istemiyorum.
Yani şunu demeye çalışıyorum; ne birisi “evet” diyecek diye yobaz olacak ne de öteki “hayır” diyecek diye hain… Herkes istediğini söyleyecek. Benimserken diyeceğimse vatan için, devlet için ve millet için hayırlı olması. O kadar…