Günümüzde iki kurum, birbirine paralel olarak çok hızlı bir şekilde artıyor: Kreş/anaokulu ve huzurevi.
Bu ikisinin birbirine paralel olarak artması tesadüf değil.
Atasız büyüyen çocukların, evlatsız/yuvasız yaşlılık hayatı geçiren ataları olarak dünya hayatını tamamlıyor pek çok insan…
2020’de resmî rakamlara yansıdığı kadarıyla okul öncesi eğitimde öğrenim gören öğrenci sayısı, 1 milyon 629 bin 720…
Türkiye’de 81 ilde Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı 425 huzurevi ve Yaşlı Rehabilitasyon Merkezi'nde toplam 27 bin 454 yaşlı, bakım ve sağlık hizmeti alıyor. Buna özel huzurevlerini ve oralarda kalanların sayısını da eklediğimizde sanıyorum ki sayı 40 binlere yaklaşır.
Hem kreşlerdeki/anaokullarındaki çocuklar hem de huzurevlerinde kalan yaşlılarımız açısından korkunç bir rakam…
Neden korkunç? Evinde, anasının dizinin dibinde, ana sevgisi ve şefkati ile yetişmesi; dedeyi, nineyi, akrabayı tanıyıp onlardan aile olmayı, geleneği, kültürü, değerlerimizi öğrenmesi gereken yavrularımız, standartlaştırılıp tek düze hâle getirilmiş eğitim kurumlarında herkes gibi yetiştirilmekte… Herkes gibi, yani ailesine, geldiği aile kültürüne, yaşadığı çevreye özgü bir farklılığı olmayan sıradanlaşmış bir kişi…
Peki, neden böyle? Daha lüks arabalar, daha lüks evler; akademik kariyerler, iş hayatı, daha çok para vb. sebeplerle…
Sakın geçim derdi, tek maaşla geçinememe vb. maddiyatçı savunmayla gelmeyin!..
Evladının evinde, torunlarının arasında sakin ve mutlu bir hayat sürüp huzur bulması gereken yaşlılarımız ise huzurlu bir evden uzakta, evlat sevgisinden, ilgisinden mahrum bir şekilde huzurevi köşelerinden ziyarete gelecek bir yakını gözleyerek geçiriyor ömrünün son zamanlarını…
Tabii ki istisnaları, bilmediğimiz aile dramları, yaşanmışlıklar olmakla birlikte yaşanmaması gerekenlerin pek çoğu geçmişte yapılan hatalar, maddiyat üzerine kurulmuş dünyalar ve evlat yetiştirmekteki yanlış öncelikler yüzünden yaşanıyor.
Bir yerlerde hata yapıyoruz. Önceliklerimiz değişince pişmanlıklarımız da arttı.
Meşhur bir hikâyedir: “Çin’in kırsal kesiminde yaşayan fakir bir aile vardı. Dede, baba, anne ve çocuktan oluşan bu aile oldukça fazla maddi sıkıntı çekiyordu. Bir gün baba, yılların verdiği yorgunlukla bir köşede oturmaktan başka işe yaramayan dedeyi, pazar küfesine koyarak nehre doğru yola çıktı. Nehrin kenarında arkadaşlarıyla oynayan çocuk, babasına ne yaptığını sordu.
Baba, ‘Büyük babanın bize yük olmaktan başka yaptığı bir şey yok. Onu bu küfe ile beraber nehre atmaya karar verdim.’ dedi.
Çocuk heyecanlanarak atıldı: ‘Aman baba, küfeyi sakın atma çünkü bir gün gelip sen de yaşlandığında o küfe bana lazım olacak.’ dedi.
Babası neye uğradığını şaşırdı, yaptığı hatayı anladı ve ağlayarak eve döndü. Babasından defalarca özür diledi.”
Çocuklarınızı sadece maddi kaygılarla kreşe, anaokuluna bırakırken elden ayaktan düşünce aynı evladınızın sizi huzur bulacağınız evlerden sözde huzurevlerine bırakacağı zamanları ve orada geçireceğiniz günleri de düşünün.
Şunu da ekleyeyim, günümüzde maddi sıkıntılardan, karın açlığından ölen görmüyoruz ama manevi sıkıntılardan, sevgi açlığından ölenlerin sayısının hızla arttığına şahit oluyoruz.