Eski şehirlerden veya eserlerden kastedilen elbette en az bir asırdan önceki dönemlerden bu günlere kalan eserler, varsa köyler, kasabalar veya şehirlerdir.
Gezi amacıyla yurt içine veya dışına gidildiğinde görülmek istenilen ilk yerler eski yerleşimler ve bu alanlarda olan tarihi eserler veya kalıntılardır. Her insan, asırlar önce yaşayan toplulukların yaşadıkları alanları ve hayatlarını geçirdikleri mekânları merak eder. Batı’da bu tarz özellikli yerlerin bazı ülkelerde muhafaza edildiği bilinmektedir. Bu nedenle batı ülkelerine gidildiğinde mimari dokuları itinayla korunmuş “old town” veya “old village” tabelalarını sıkça görmek mümkündür. 17. asırdan kalma bir binanın hâlâ otel olarak kullanıldığına, restoranların veya evlerin hâlâ insanlara hizmet verdiğine şahit olabilirsiniz. Bu ülkelere giden turistlerin de görmek istedikleri bu mekânlardır.
Türkiye de onca kıyımlara rağmen tarihi eserler bakımından hâlâ zengin bir ülkedir. Bu toprakların hangi noktasına gidilirse gidilsin, kenara itilmiş veya yok edilmeye terk edilmiş de olsa mutlaka tarihi bir mirasa rastlamak mümkündür. Bu coğrafyaya renk veren, ruh veren, gönülleri coşturan ve kalpleri ferahlatan unsurların geçmişten kalan eserler olduğu kolayca fark edilir.
Camiler, köprüler, hamamlar, evler, kervansaraylar, çeşmeler velhasıl tüm tarihi kalıntılarda duvarları oluşturan taşlara baktıkça, onlara şekil veren ustaların, tasarımını yapan mimarların gönüllerini de sanatlarıyla bu taşlara kazıdıklarını hissetmemek mümkün değildir.
Osmanlı devletinin 18. asırdan sonra yaşadığı savaşlar ve yenilgiler sonucunda on binlerce tarihi eserin yok edildiği bilinmektedir. Avrupa ve Balkanlarda kaybedilen şehirlere hâkim olan Bulgarların, Yunanlıların, Sırpların, Rusların, Avusturyalıların acilen hayata geçirdikleri iki şey vardır: Bölgedeki Müslüman ahaliyi yol etmek ve Türklerden kalan tarihi eserleri ortadan kaldırmak.
Balkan savaşlarında Edirne’yi işgal eden Bulgarların kaldıkları kısa sürede insan unsurunun yanında, mimari eserleri ortadan kaldırma girişimleri dikkati çekmektedir. Bu kısa sürede Edirne’de yüzün üzerinde cami veya farklı eser bu şekilde yıkılmış ve yakılmıştır. Bunca tarihi eser kıyımına rağmen Edirne hâlâ tarihi eser zengini bir ilimizdir.
Anadolu’da da Selçuklular ve Osmanlılardan kalma çok sayıda tarihi eserin olduğu bilinmektedir. Maalesef bu eserlerin de epey kısmını ya bilinçli olarak bizler yıktık veya çürümeye terk ettik. Her şehirde bu konuda acıklı ama pek de hoş olmayan hikâyeler mevcuttur. Samsun’da 1930’lu yıllarda bir gece yarısı alelacele yerle bir edilen meşhur Kaptanağa Camii gibi hikâyeler içleri burkmaktadır.
Batı ülkeleri gibi maalesef elimizde mimari özellikleri muhafaza edilmiş ve bozulmamış tarihî köyler ve kasabalar kalmamıştır. Her yer beton binalar ile doldurulmuştur. Öyle ki Harput gibi tarihi özellik gösteren kalelerin, kale şehirlerin içine veya bir kenarlarına tarihi dokuyu zedeleyecek betonların doldurulduğu gözlenmektedir.
Tüm bunlara rağmen misafirlerimize veya ülkemize gelen turistlere gösterdiklerimiz Selçuklu ve Osmanlıdan kalma tarihi eserlerdir. Peki bizler gelecek nesillere hangi eserleri bırakacağız?
Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığımız bu bir asırlık döneminden, beş yüzyıl sonraki nesillere kültür mirası olarak bozulmadan kalabilecek bir tane eser inşa edebildik mi? Beton binaların ömrünün sınırlı olduğu düşünülürse buna olumlu cevap vermek zordur.
Bir taş parçası da olsa tarihi mimariyi koruyalım. Mezar taşları gibi tarihi kalıntıları muhafaza edelim. Onlar bu toprakların tapusudur.