(Guernica tamam da Picasso olmasa da olur)
Çok az kişinin konuştuğu ama herkesin üzerinde mutabık olduğu bir konudur bu. Eserlerindeki güzelliğin kendilerinde eseri olmayan sanatçılar konusu.
“Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz” ayetini hatırlatan bu durum, birçok isimle ve defaatle çıkar karşımıza. Şahıslardan çok eserlerle ilgilenen geleneğimize uyarak pek de altını çizmeyiz ama. Hoş görürüz hor görmek yerine. Delidir ne yapsa yeridir hesabı, sanatçılarda görülen acayiplikler (hoş görülü bir kelime) hoş karşılanır genelde.
Hoştur bu durum hoş olmasına ama, örnek alınmaya başlandı mı kusur sahipleri, hoş görülecek bir durum yoktur orada. Hoş görmek yerine hor görmenin vaktidir artık.
Öyle ya da böyle, insanlar içinde takdir edilip örnek alınan zümrelerden biri sanatçılardır. İki yüz, belki yüz yıl önce hoş karşılayacağımız bu durum pek de iç açıcı bir hâl vaz etmiyor bugün. Zira sanat, terbiyeyi de beraberinde getirmiyor zamanımızda.
Sanatla zanaatin ayrılıp kutsal “S” ile başlayan sanat anlayışının ortaya çıkmasından önce, sanatın kişiyi olgunlaştıran bir görevi vardı. Kişi, zihin, kas ve kalp koordinasyonunu gerektiren bir şeyi öğrenirken, aynı zamanda kişiliğini inşa ederdi. Bu kişiliğin odak noktasında edeb dediğimiz erdem vardı. Bu sayede, görgü sahibi, şahsiyeti oturmuş ve kemal mertebelerinde seyreden sanatçılar, örnek alınası kişilere dönüşüyorlardı. Sanata yüklenilen anlam ve verilen misyonun değişmesiyle bu durum da değişti. Değişen sanat anlayışının merkezinde yer alan kendini inşa etmek, mevzisini kaybetti. Mevzi kaybede kaybede sanat kendini de kaybetti.
Dolayısıyla terbiye etmiyor sanat. Kişilikleri olgunlaştırıp şahsiyetlere imza atamıyor. En fazla kendini bulma dediğimiz şeye hizmet ediyor ki, o da tamamen yanlış anlaşılmış durumda. Daha doğrusu geleneksel anlamından sıyrılıp Freudyen bir anlam kazanmış durumda. Bu anlamla sanatçılar kendilerini bularak bir türlü kendilerinden çıkamıyorlar. Bütün ömürleri kendilerinin peşi sıra sürünmekle geçiyor. Kendilerini o kadar önemsiyorlar ki, eserleri kadar kendilerini de kutsuyorlar. Hatta yanlışlarını da. Bu kutsama kendilerini “çek” ederek daha iyiye doğru evrilmelerinin önüne taş koyuyor. Ama fark etmiyorlar bunu. Çünkü en iyi hâl, içinde bulundukları hâl onlara göre. En iyi zaman içinden geçtikleri zaman. Anı yaşamak böyle bir şey çünkü. Ve onlar anın efendileri olarak nefes alıyorlar. Büyük saatin olmasa da kendi zamanlarının efendileri olarak.
Anı yaşayarak, kaprisler, megaloman haller ya da depresif durumlar dahil her şeylerini kutsayan sanatçılar, iyi eserler verseler de aynı iyiliği kendilerinde veremiyorlar. Eserleriyle ortaya koydukları yüceliği kişiliklerinde sergileyemiyorlar. Bu duruma verilecek en ilginç örnek şairlerdir diyebiliriz. Her şair için geçerli olmayan bu durum, çoklukla karşımıza çıkar. Birçok şairin dizelerinde gördüğümüz ruhu da, enerjiyi de hayatlarında göremeyiz. Hatta koca hayal kırıklıklarıyla doludur şairlerle hayranlarının tanışmaları bu yüzden. Birçok okur, “Aaa bu muymuş”, “Kendisi hiç de şiirlerindeki kadar güçlü değil”, “Kelimelerinde var ama hayatında hiç şiir yok” gibi cümlelerle karşılar bu tanışmaları. Meselenin künhüne vakıf olmayan kişiler, çok şaşırıp derin hüzünlere gark olurlar. Aslında bu tamamen doğaldır. Çünkü şiir başka bir şeydir, şair başka. Şairin hayatıyla şiirini tamamlaması gibi bir zorunluluğu yoktur. Çünkü şiir gelen bir şeydir, şairlik ise kişilikle ilgilidir. Kişiliğini inşa edemeyen büyük şairler vardır. Abidevi kişiliğe sahip olup büyük şair olamayanların olması gibi. Bunu en güzel şekilde Kur’an dile getirir yine. Şiiri överken şairleri yerer Kur’an. Şairleri güvenilmez olarak tavsif eder. Bütün şairleri kapsama bağlamında itiraz gelebilir ama geneline ilişkin bir hakikat olduğunu kim inkar edebilir bunun?
Şairleri bir kenara bırakıp, özelden genele tekrar dönelim.
Bizzat yaşamış olduğum bir olay var ki bu konuda çok aydınlatıcı bir örnektir. Çalıştığım okullarda bazı öğrencilere “Marcel Proust” anketi uygularım. Vasat ve çarpıcı sorular içeren bu anketi yaptığım öğrencilerden birinin, soruşturmada verdiği cevaplar hayli ilgi çekiciydi. Çünkü sevdiği sanatçılar sanat yetenekleri itibariyle birer dahi, hayatlarıyla ise koskoca birer problemdiler. Bir hoca olarak bu problemi çözme adına, “Neden?” diye sormuştum. Aldığım cevap, tam da çocuktan al haberi cinsinden olup beni şoka uğratmıştı. Öğrencim (Semai) soruma, “Ben sanatçıları değil, onlara verileni seviyorum” diyerek cevap vermiş ve şöyle devam etmişti:
“Sanatçının eseri ilhamladır. Yani Allah vergisidir. Allah’ın vergisi de masumdur, güzeldir, takdire şayandır. Ama kişilik ve hayat tarzı bir seçimin eseridir. Ben onların seçtiklerini değil Allah’ın onları seçip ihsanda bulunuşunu, onları vesile kılarak dünyaya armağan ettiği eserleri seviyorum.”
Böylesi bir cevap karşısında neye uğradığımı şaşırmıştım. Bir lise öğrencisine göre fazlaydı bu cevap. Ama bir ezber gibi de durmuyordu. İçten ve samimiydi. Ben de öpüp başıma koydum. Semai, birçok kişinin yanından bile geçmediği bir meseleyi çözmüş, üstüne de karara bağlamıştı. Genel olarak Allah’ın işaret ettiği, geleneğimizin de kuvveden fiile çıkardığı şey buydu. Kişilere takılmamak, hakemle oynamamak, oyuna, esere bakmak.
Buradan bakınca meselenin üzerindeki sis perdesi aralanıyor aslında. Çünkü eserle sahibi arasındaki çatışmanın arka planı belirginleşiyor. Allah kuluna kaldır, ya da hakkını ver diye bir ihsanda bulunuyor ama kul onu kaldıramıyor, hatta ihsanı kendinden biliyor. Halbuki insan, en fazla vesiledir. Güzeli güzele, güzellikle ulaştıran aracıdır. Bunu unuttuğu an hata yapmaya başlar. Her şeyden önce ilahi olanla insani olan arasındaki mesafe açılır. Sanatçı eserinden uzaklaşmaya başlar. Hatta eser yalanlar sanatçısını. Yan yanayı bırak birbirine içkin olan eserle sanatçı karşı karşıya gelir. Eğer sanatçı aslına döner, Sani-i Hakiki’yi hatırlarsa o zaman ibre tersine dönmeye başlar. Sanatçıyla eser arasındaki mesafe kapanır.
Ama o mesafe, bir açıldıysa kapanması artık zordur. Çünkü sanatçı, büyük “S” ile başlayan bir iş görmektedir ve göklerden yere inmesi pek de mümkün değildir.
Baki selamlar.