Entelektüel arınma ders 2: İstikbâl-i kıble

Abone Ol

Batı…

Hakikati gölgesinde kaybetmiş müspet(pozitif) ilim deryası…

Sonsuz düşünce, tecessüs ve gayretin fanilik zırıltısıyla lekelenip keskin bir sınıra hapsolduğu engin ansiklopedi…  

A’dan Z’ye bütün fikir, dava ve baş belası “…izm’’lerin idrak fihristi…

***

Ecnebi dehası, cevherini süsler ve kendi tahayyülündeki karanlığa pazarlar. Fakat pazarladığı, eksik doğruların ukala yankılarıdır.

Türk entelektüeli, hakikat cümbüşünün coğrafyasında kök saldığı halde, bâtılın gövdesine yapışıp, yankısına çarptığı noksan cevhere “aydınlık’’ ismini takar.

Batı’yı heceler ama okuyamaz.

Üstelik pişkindir! Doğduğu ve doğurduğu toplumun gediklerini, Batı memesinden yarım yamalak emdiği kültür kırıntılarıyla dolduracağına inanır.

Bilmez ki;

Batı’nın aydını; (kültürel) zenginliğindeki mayasızlığı, itibarındaki namussuzluğu ve çilesindeki basiretsizliği Rönesans’tan beri boğuştuğu ruhî bunalımının derinliklerinde saklamıştır. Bu sebeple madde çapında hâkim olduğu bütün fikrî zenginliklere rağmen sürekli arayış içerisindedir.

Bizim öz tasarrufumuzla kaybettiğimiz, onların ise bulmak için yanıp kavrulduğu bir mana arayışı…

O, bütün kimliğini yanlış istikamette aramış, bütün gerçekliği gerçek olmayan bir dünyaya sabitlemiş, kendi ütopyasını eğri bir istikbalde sembolleştirmiştir. Fakat zatına bahşedilmiş zekânın bir sancısı olarak, ağırlığında ezildiği hafakanların da bilincindedir. Taptığı madde için bile manevi çile çekmiştir.

Yaşadığı mücerret sefalete çare arar. Kendine yetememiştir. Çoğu zaman sorularının cevabı için ‘’öteler’’in uçurumunda dolanmış, ceplerinde kaybettiği mistik kurtuluşu intihar acziyetinde kurcalamıştır. (Nitekim tarihin Batılı “cins kafalarına’’ baktığımızda böylesi acı bir son çok kere karşımıza çıkar.)

Onu bunalıma sürükleyen sorulara cevap bulmak için, ölesiye savunduğu faniliği dahi -ahmakça da olsa- test eder. Batı entelektüeli, bu bakıma cesurdur. Düşünür ve düşündüğünü aksiyona dökmek için çabalar.

Kâinatı dört duvardan ibaret kaba bir mekân olarak görse de o, “fikre’’ şans tanır. “Maveradan habersiz’’ de olsa kafa patlatır.

Çağdaş Türk Şarkiyatçısı kafa yormaz, ucuz taklitçiliğin şahsiyetsiz vicdanına sığınır. Zaten en büyük hatayı, Batı’yı olanca buhranıyla topyekûn içselleştirerek yapmıştır. Sonuç, tabiatiyle fiyaskodur. Batı’nın -hükmettiği pozitivizm servetinde- arayıp bulamadığını, bir Batılı çakması olarak kendisinin bulduğunu zannetmiştir.

Hüsn-ü kuruntularının esiri olmuş, mağarasından öz kardeşine kibir naraları atmıştır.

Misyonuna ihanet edip birey ve cemiyet arasındaki balans ayarında aksamış, fikir ve kültür perspektifinde toplumsal mizaçla frekansını tutturamamıştır.

Toplum, bütün içtimaî hazinesiyle ruhtur.

Ve Türk aydını, bir Batılı gibi, ruhundan kaçmıştır. (Oysa Batılı, dünyayı kendi toplumundan ibaret görür!?)

Doğru istikamette ters yol almış ve ebedî istikbalden kopmuştur.

Öz coğrafyasındaki fikre şans tanımamış, telakki kıblesine sırtını dönmüştür!