Bugünlerde eleştiri geleneğimizi yeniden hatırlamakta fayda var. Zira eleştirileni onaran/tedavi eden değil, bozan hatta öldüren bir anlayış hâkim…
Onaran/tedavi eden anlayış devlet geleneğimizde de uygulanmış…Ünlü siyasetnâmelerde de bu geleneğin izini görmek mümkündür…
Hiçbir zaman Batı’daki örneklerde olduğu gibi devleti tamamen yıkmak ya da kralları tahtından etmek adına bir çaba ortaya konmamış, kendilerini düzeltmeleri için öğütler verilmiştir…
Bir önceki padişahın ya da sultanın hataları çok büyük bir cesaretle söylenmiş, yazılmış-çizilmiştir…
Buradan bakanlar eğer bir anakronik hataya düşmezlerse bunun ne anlama geldiğinin hakkını çok iyi verebilirler…
Âsafnâmesiyle Lütfü Paşanın Kanûnî’yekarşı ortaya koyduğu eleştiri cesareti, bugün bile hiçbir vicdan ehli inkâr edemez…
Hakeza Koçi Bey’i Dördüncü Mürad’a yazdıklarıyla anmak da çok değerlidir bu gelenek açısından… Ve daha niceleri…
Öncekilerin hatalarını söyleyerek bir iktidara nasihatte bulunmak ona, “Aynı hatalara düşersen sen de onlar gibi olursun” demektir; çok net olarak…
Yaşayan bir iktidarı “öldürmemek” için seçilmiş çok önemli bir tavırdır bu… “Tahtın sahibi padişahlardan korktukları onları eleştiremediler” demek, ilk bakışta mantıklı gelebilir…
Fakat aynı şahsiyetlerin dönemin padişahı ile yaşadıkları şahsi diyaloglarında ne denli cesur oldukları -tabir-i caiz ise kelle verme pahasına- da ortadadır…
Merak edenler özellikle Kanûnî’nin kız kardeşiyle evli olan Lütfü Paşanın hayatını okuyabilirler…
Mesele devlet olduğunda çok duyarlıdırlar. Çünkü ona gelecek zarar tüm toplumu ilgilendir. Fakat şahsi meselelerinde sonuç sadece kendilerinin olacağı için bedel ödemekten asla çekinmemişlerdir…
Bu şahsiyetlere “korkak” demek, “korkma” halini yeniden tanımlamayı gerektirir… Zira dostu kırmaktan korkmak da, bildiğimiz manada bir korkaklık değildir…
Artık seküler dünyanın ve modern Batı’nın eleştiri kültürüne tabiyiz. O kültür ki, muhatabına yaşama şansı vermeyen, onu mahkûm eden bir anlayışla gerçekleşiyor…
Dinlemeyi ve anlamayı değil, “yenme”yi önceliyor… Oysa bizde “müzakere, münazara” diye bir şey vardır…
Arapçada “bakmak” anlamına gelen “nazara”dan türüyorlar… Muhatabını gören, onun varlığını kabul eden bir anlayış hâkim tüm konuşmalara…
Münazaradan münakaşaya evirilen bir hal içerisinde, birbirimizi bir “fikri yok” olarak görmek üzerine kurulu anlayış bu…
Lakin kaçırılan çok büyük bir hakikat var bu noktada; eğer “muhatap” yok ise “hitap” da yok demektir; hitap yoksa hatip de yoktur… Bu durumda bütün konuşmalar zaildir…
Kendimizi “var” yapmanın temel şartı, karşıdakini “var” yapmaktır…
Bugün ki en büyük meselemiz, dinleyeni “yok” sayan konuşmalar ve konuşmacılardır… Dolayısıyla söylenmemiş bir sözün tamir ya da tedavi edeceği hiçbir sıkıntı olamaz…
Konuşmaların yeniden muhatabını bulması, onları görmesi gerekiyor…
Aksi halde yapılanlar konuşma değil gürültüdür; Arapların dediği gibi: “Kellim kellim la yenfa” yani “Konuş, konuş, faydası yok.”