Hafta başında İbn Haldun Üniversitesi’ne bağlı yerleşkenin açılış töreninde Sayın Cumhurbaşkanımız eğitime dair güçlü bir konuşma gerçekleştirdi. Her bir cümlesi tarihin imbiğinden süzülerek bugüne ulaşan hakikatleri içeriyordu. Sayın Cumhurbaşkanımız daha önce de değişik vesilelerle “Eğitim ve öğretimde, kültürde arzu ettiğimiz ilerlemeyi sağlayamadık” yönünde özeleştirilerini dile getirmişti. Bu durumu büyük bir erdem olarak değerlendiriyorum.
Geçen 18 yılda eğitim alanında özellikle okullaşma, teknolojik alt yapı, ücretsiz kitap dağıtımı, her şehre üniversite kurulması ve okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması gibi konularda büyük atılımlar gerçekleştirildi. Kemiyete dair bu ilerlemelere rağmen keyfiyet(eğitimin içeriği ve sonuçları) itibariyle istenen gelişmenin sağlanamaması Cumhurbaşkanımızın özeleştirisinin temelini oluşturuyor. Tanzimat’tan bu yana eğitim alanında sürekli yeni yöntemler deneniyor, müfredat güncelleniyor, öğretim yöntemleri yeniden ele alınıyor fakat bir türlü istenen sonuç elde edilemiyor. Tüm bu yenilik çabalarının ortak bir yönü var: Batı eğitim sistemlerini aynen ülkemizde uygulamak. Bu durum organ naklinde ortaya çıkan doku uyuşmazlığına benziyor. Bu uyuşmazlık kangrene dönüşüp tüm bedeni tehdit edebiliyor.
Fî tarihte bir Eğitim Şûrasına katılmıştık. Bu şûrada gördüklerim, dinlediklerim sorunun kaynağına da işaret ediyordu. Şûrada sunum yapan akademisyenler neredeyse ağız birliği etmişçesine James, Freud, Jung, Watson, Binet, Pavlov, Wertheimer, Maslow, Piaget, Skinner gibi batılı bilim adamlarının çalışmalarından alıntılarla sunumlarını gerçekleştirmişti. Eğitim ve Gelişim Psikolojisi ile Öğretim Yöntemlerinde tüm üniversitelerimiz bu isimlerin çalışmalarını esas almaya devam etmektedir. Elbette bu çalışmalardan istifade edeceğiz lakin bu bilim adamlarının bizzat kendileri ortaya koydukları görüşlerin bir “teori” olduğunu ve Avrupa toplumunu konu edindiğini sıklıkla dile getirmişlerdir. Burada asıl sorun bahse konu batılı görüşlerin taklit yoluyla ülkemizde denenmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa bu fikirlerin(teorilerin) yerli ve milli bir görüşle harmanlanarak gücünü gelenekten alan bir sentez haline getirilmesi lazımdır. Avrupa’nın 12. ve 13. yüzyıldan itibaren yaptığı tam da budur. Endülüs İslam Medeniyetini kendilerine örnek alan Avrupalılar ilk üniversiteyi Bologna’da kurmakla İslam bilgi kaynaklarını kendi ülkelerine taşımış ve bu bilgileri Avrupa geleneğiyle harmanlayarak yeni bir senteze ulaşmışlardır. Daha sonra açılan Oxford, Salamanca, Sorbonne gibi üniversiteler de tamamen Endülüs üniversitelerine gönderdikleri öğrencilerin tecrübelerine dayanarak kurulmuştur. Misal: Batı’da deneysel bilimin kurucusu olarak bilinen Roger Bacon eğitimini Endülüs’te aldı. Ona göre İbn-i Sina Aristoteles’den sonraki en büyük filozoftu. Sonradan İkinci Syvestre adıyla papalık koltuğuna oturan Aurillaclı Gerbert tahsilini orada yaptı. Batı Rönesansı’nın temelleri orada atıldı.
Ülkemizde eğitime dair en büyük sorun geleneğimizi, tarihimizi ve inançlarımızı hor gören, körü körüne taklitçiliği son iki asırdır tek kurtuluş çaresi olarak değerlendiren aşağılık kompleksinden muzdarip sözde aydınların tesirleridir. “Kraldan çok Kralcı” olan bu tipoloji başta eğitim olmak üzere “dil devrimi”, “dilde sadeleşme”, eski yazının(Osmanlıca) yasaklanması, Türk Musikisinin radyolardan kaldırılması, dinî eğitimin etkisizleştirilmesi, Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinin silikleştirilmesi gibi uygulamalara imza atmakla milletimizin tarihinden ve geleneklerinden koparılmasına ve toplumsal anomi/fikrî buhran yaşanmasına vesile olmuşlardır.
Sayın Cumhurbaşkanımızın “Genç bir nüfusa sahibiz ama medeniyet tasavvurumuzu layıkıyla hayata geçiremiyoruz” eleştirisi işte bu gerçekleri özetleyen önemli bir tespittir. Son iki asırdır alışkanlık haline gelen bilinçsiz taklitçilik bugün de eğitimimize yön vermeye devam etmektedir. Müfredat sürekli güncelleniyor, öğretim metotları değişiyor, kitaplar yenileniyor lakin sonuç değişmiyor. Bu durum aynı odadaki kanepenin yerini değiştirmeye benziyor. Aslolan bakış açısının, paradigmanın, temel felsefenin ve ilham alınan kaynakların değiştirilmesidir. Bu da ancak Gazalileri, Birunileri, Farabileri, Uluğ Beyleri, İbn Sinaları, Kâtip Çelebileri, Ahmed Cevdetleri ve nice ilim adamını yetiştiren kadim anlayışımıza dönmekle mümkündür. Bu kadim anlayış; ilhamını yüce kitabımızdan alan “İlim her Müslümana ömür boyu farzdır” şeklinde özetlenebilecek temel akidedir. Halen bir benzeri imar edilemeyen Taç Mahal, Divriği Şifahanesi, Selimiye Camii, Mağlova Kemeri, Gevher Nesibe Şifahanesi, El-Hamra Sarayı gibi yaşayan binlerce âbide bahsettiğimiz temel akidenin, kadim eğitim anlayışımızın, kültürümüzün, irfanımızın, geleneğimizin veciz bir numunesi olarak bizlere her konuda yol göstermelidir.
Nasipse haftaya bu konudaki somut önerilerimizle devam edeceğiz…