Edebiyat, insanlığın zaman içerisinde elde ettiği bilgi birikimini nesilden nesil’e aktarabilmenin, maziyi asla sansüre tabi tutmaksızın bütün derinlik, gerçeklik ve zenginlikleriyle bugünlere taşıyabilmenin, dünü ve bu günü yani iki boyutu, geleceğin izafi derinliği içerisinde evrensel, ahlaki bir bütüncüllüğün içine katabilmenin en önemli yollarındandır.
Böyle olmadığı takdirde karanlık bir ormana dönüşür kimi zaman insan. İşte o zaman karşılıksız bir gülümseme gibi edebiyat aydınlatır her yeri.
Kelam bazen bir büyü misali ulaştı sahibine, bazen bir sapan oldu vurdu kötülüğü, bazen bir gözyaşı olarak aktı kucaklara, bir tütsü, bir haykırış, bin acı, bin umut taşıdı durdu.
Kelam, söz, insanoğlu ile doğdu, insanoğlu ile gelişti, hep bir derdi vardı, hep bir meselesi oldu.
Kelimeler hedefsiz katar gibi dizildiğinde asla ulaşamadı menzile ve değerli emaneti yoksa asla dağ başlarına çıkılıp yolu gözlenmedi.
Beyan, tarih boyu, düşünce imbiklerinden geçe geçe, söz ustalarının zengin dünyalarında damıtılarak bu günlere taşındı ve bunun adına edebiyat dendi. Edebiyat gittikçe büyüyen bir halka gibi etkisini giderek daha zenginleştirdi ve zenginleştirmeye devam ettiği sürece etkisi daha büyüyecek ve vazgeçilmez hale gelecek.
Tabi ki buradaki kastımız popüler kültüre halk yardakçısı bir yaklaşımla, ticari kaygılarla adına ne yazık ki edebiyat denen edebiyat değildir.
Sadece burada yaşayanlar değil ötelere talip olanlar kadim kültürden beslenen ve evrensel formdaki edebiyatı idrak ettiler.
Milletler, evvela kendi milli ve dini kaynaklarını bilip referans olarak kullanmalıdırlar. Edebiyatçının asıl gayesi kendi milli hafızasının özünü, öne çıkarmak olmalıdır. Kendi edebiyatının ruhunu tahrip etmemeli, kendi duygularını, düşüncelerini, ilhamlarını ortaya koyarken başka elemanlara ihtiyaç duymamalıdır. Buradan yola çıkarak çağı yorumlamalı, derinleşmeli ve evrenselliğe ulaşmalıdır.
Aksi takdirde kısırlaşır ve güdük kalır. Aslında, durgunlaşan, enerjisini kaybeder ve bir süre sonra çürür. İçine kapanan bağnazlaşır ve tek gerçeğin kendisi olduğuna inanır ki işte o zaman kafa kesmeye başlar inandığı değer adına.
Kaldı ki edebiyat, sadece insanlar arasında yazı yazma ve söz söyleme sanatlarıyla laf ebeliği yapmak, beğenilen sözler üretmek mesleği değildir. Edebiyat insanlığa filtre vazifesi görmelidir. Zıvanadan çıkmış, arsızlaşmış, yüzsüzleşmiş, yaralı, hasta insanlığa şifa olmalıdır. Edebiyat bunu gündelik dili en temiz en şifalı kullanarak gerçekleştirmelidir. Bu gerçekliği yok saymadan insanlığı zenginleştirmek esas vazifesidir edebiyatçının.
İnsanoğlu arz üzerindeki serüvenini ve bu serüvene dair bütün duygularını mutlaka ama mutlaka çağdaşlarına ve sonrasına zamansız olarak aktarmak ister. Bunu bambaşka bir tat ve koku ile genelin kullandığının ötesinde çok sözcükle aktararak adeta ilahi bir güç kazanır ve entelektüel seviyeye ulaşır. İşte edebiyatın ve yazarın gücü burada ortaya çıkar.
Edebiyatçı bütün tanımlamaların ötesinde toplumun bütün katmanlarında merhameti, şefkati ve muhabbeti tesis etmeli ve bunu bir görev olarak kabul etmelidir. Yara açan değil yara sarıcı olmak bir edebiyatçının en önemli vazifesidir. Bu sorumluluğu ortaya koyduğundaki kullandığı üslubun kalitesi, inceliği ve muazzamlığı onu gerçekten edebiyatçı yapacaktır.
Edebiyat o kadar kutsal ve önemli bir meslektir ki giderek küresel sömürü düzeninin bir silahı, popüler kültürün yozlaşmış bir manivelası, kadim kültürleri yok etme aracı olarak kullanılıyor olsa da yinede insanlığın kendilerine örnekler arayacağı önemli bir müracaat merciidir. Edebiyatçıların işte tam da bu noktada bu kaynağa önemli eserler katmaları en önemli vazifeleridir.
Evet, edebiyatçı ortaya koyduğu düşüncelerinde her zaman tarafsız olmalıdır ama vahşetin, acının, masum insanların katlinin karşısında asla tarafsız olamaz. İnsanlığın sahip olduğu her şeyden, tüm değerlerinden sürülüyor olmasının karşısında aydın olmak mazlumun yanında yer almakla gerçekleşecektir. Edebiyat belki bu noktada biraz da edebi şahsiyetlere ve edebi eserlere birazda bu gözle bakabilmelidir.
Yer küremizde korkunç ve vahşi bir savaş sürdürülürken insanlığın çürümüşlüğünü, kokuşmuşluğunu, ortaya koymak giderek yazarlar açısından önem teşkil etmektedir. Bu kokuşmuşluk ve çürümüşlük batağına panzehir olmaya çalışmanın sorumluluğu giderek omuzlarda daha büyük bir yük teşkil etmektedir. Kim bilir belki de bu mücadelenin içerisinde ortaya koyduğumuz tavır insanlığın ayağa kalkması çabası olarak herkesi ve her yeri daha çok aydınlatacaktır.
Genel olarak aydın olmak kimsenin tekelinde olmadığı gibi herkesin hakkıdır, ama bunun için pek çetin mücadelenin verilmesi gereklidir.
Acıyı, örselenmişliği, vahşeti görmezden gelerek asla ama asla aydın olunamaz. Kendi dilinden ve tarihinden başlamak şartı ile var olan tüm evrensel tarihe ve düşüncelere muhabbetle uzanmak gerekir.
Büyük lafların altında minnacık adamlardan olmak gerçek bir edebiyatçıya yakışmaz. Kim bilir gerçek edebiyatçıların elinde küçük, pür ama sahici kelam ile değişir bu acı çeken dünya.
İbrahim’in yangına minik kuşun küçük gagasında taşıdığı su misali, kim bilir çağ yangınının arşı alaya ulaşan alevleri kelamın gücü ile gülistan’ a dönüşecektir. Biz umut edelim. Sahip bilir gereğini.