Ebu Zehra’nın “İslam Birliği” modelini değerlendirmek

Abone Ol

Müslüman halkların maruz kaldığı sorunlara çözüm yolu ararken çıkışın yolunu bulmak için bizden önce imâl-i fikr etmiş muhterem zevatın yazdıklarını incelemek, onların meseleyi nasıl teşhis edip ne gibi çözüm modelleri ortaya koyduklarını anlamak icap etmektedir. Yakın ve uzak tarihimizde mütefekkir ve ulemanın ortaya koymuş olduğu birikimi incelerken mütalaa ettiğim eserlerin özünü, ana ve ara başlıklar ve bazen zorunlu geçiş cümleleri ilave ederek orijinal fikri ve kurguyu muhafaza ederek okuyucuya aktarmaya gayret ediyorum. Koyduğum çerçeveyi olabildiğince ince ama sağlam tutarak yazı dizileri oluşturuyorum. Bu gayretimle eş zamanlı olarak birkaç kitabın materyalini de bir taraftan hazırlamış oluyorum. Dolayısıyla dizi yazılarda sadece bir yazı okunduğunda noksan kalan hususlar ya da başka bazı mahzurlar ortaya çıkabilmektedir. Ancak, takdir edersiniz ki tam sayfa da olsa bir gazete sayfasını daha fazla zorlamak mümkün değildir. Geçtiğimiz dört hafta boyunca allâme Muhammed Ebu Zehra’nın Beyan Yayınları arasında Arapça ve Türkçe metinleri bir arada çıkan “İslam Birliği” kitabını ana hatlarıyla özetlemiştim.

Özetle iktibas formatında sizlere sunduğum yazılara çok kıymetli yorum ve değerlendirmelerle katkı yapan hocalarım, dostlarım, okuyucularım oldu. Bir kısmı şahsi sitemde yayımlanan yazıların altına yorum şeklinde düşülen bu katkıları yine özetle bu haftaki yazımda değerlendirmek istiyorum. Zira, bu pek kıymetli katkılar yazıların amaçladığı fikrî kıvamın daha sağlıklı teşekkül etmesi açısından önem arz etmektedir.

Elektronik posta, vatsap, yazı altında yorum ve telefon yoluyla ya da yüzyüze kanaatlerini paylaşan tüm dostlarıma can u gönülden şükranlarımı sunarak, son dört yazıya ilişkin bazı yorum ve katkıları sırasıyla ve özetle takdirlerinize sunuyorum:

İSLAM BİRLİĞİ’NİN TARİHÇESİNİ EBU ZEHRA’DAN OKUMAK

İlk yazıyla ilgili olarak Prof.Dr. Muhammed Ebu Zehra’dan 11 madde halinde özetle iktibas ettiğim “İslam Birliği” düşüncesinin on dört asırlık tarihçesine yapılan yorum ve katkılardan bir tanesini özetle aktarmakla yetineceğim. Muhterem Yrd. Doç. Dr. Ali Vasfi Kurt hocamın uzun, detaylı, gerekçeli ve belgeli değerlendirmesinin -yer tahdidi nedeniyle- bazı okurların da itiraz sadedinde yorum yaptığı hususlara ilişkin bölümlerini sizlerle paylaşıyorum:

“-Merhum Muhammed Ebû Zehre’nin; “Müslümanlar, bir araya gelmekten sakınan, birbirine düşman devletçiklere bölündükten sonra Arapçanın yerini eski yerel diller almaya başladı. Dil konusunda yaşanan ayrılık, Müslümanlar arasındaki parçalanma, bölünme, kalplerin uzaklaşması ve manevi birliğin yok olmasının en belirgin işaretiydi” ifadeleri tarihî gerçeklerle uyuşmayan bir yargıdır. Müslümanların, fethettikleri yerlerin yerel dilleri yerine Arapçayı koymaları, tamamen hicrî beşinci asırda gerçekleşmiş bir olgudur. Emevîler dönemi boyunca, valiler emirnamelerini Yunanca yazmak zorunda kaldılar, Doğu Roma ve Perslerden kalan bürokratlarla yönetimi yürüttüler ve o dönemde Araplardan başka Arapçayı konuşup anlayabilen hiçbir milletten söz edilemez. Kaldı ki, el-Hilâfetu’r-Râşide döneminin yarısından sonra başlayan ilk ihtilaflarda da Arapça konuşmayan Müslümanların hiçbir dahli yoktur. Ayrıca, Hâricîlerin tamamı, orijinal ve hiç şehir görmemiş bedevî Araplardır. Buna göre, eğer “Müslümanlar arasındaki parçalanma, bölünme, kalplerin uzaklaşması ve manevi birliğin yok olmasının en belirgin işareti dil konusunda yaşanan ayrılık” olsaydı Arab’ın en fasihi olan İmam Ali (r.) Hâricileri ikna ederdi.” (Dimitri Gutas, Yunanca Düşünce Arapça Kültür, Kitap Yayınevi, 2011).

-Osmanlı Devleti, halkı Müslüman olan hangi Arap ya da Acem beyliklerinden cizye almış, Ebû Zehre bu kanaatini hangi delile dayanarak söylemektedir, gerçekten de öğrenmek isterim. Tam aksine, ganimetçi Arap Emevîlerinin gerek Orta Asya’da gerekse Kuzey Afrika’da, yeni Müslüman olmuş halkları, tam Müslüman olmadıkları gerekçesiyle, yeniden fethedip, mallarını ganimet, kızlarını cariye olarak gasp ettiklerine, tarihte fazlaca örnek vardır. (G. V. Vloten, Emevî Devrinde Arab Hâkimiyeti, Şîa ve Mesîh Akideleri Üzerine Araştırmalar, Ankara, 1986. Ayrıca “Endülüs’te Hadis ve İbn Arabî” adlı doktora tezimdeki “Hâricî Ayaklanmaları” ve “İfrîkiye’de Hâricîliğin Yayılması” başlıklı bölümlere bakılabilir. A.V. Kurt).

-Ebû Zehre’nin “Tarih, Osmanlı Devleti gücünün doruklarında iken ve denizlerde özgürce dolanan bir donanmaya sahipken Endülüs İslâm Devleti’nin yıkılışına karşı sessiz kalmasını asla unutmadı” yargısı da tarihî hakikatlerle uyuşmamaktadır. Şayet o sırada, yeni yeni kurulmakta olan Kemal Reis (ö. 916/1510) ve Burak Reis (ö. 904/1499) komutasındaki Osmanlı Donanması Akdeniz’de olmasaydı, şu anda Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’ta Arap ve Berberi Müslümanlar kalmazdı. Ayrıca, Endülüs’te yenilgiye uğratılan Müslümanlarla sürülen Yahudilerin bir kısmı, bu deniz desteği olmasaydı İslâm dünyasının tercih ettikleri yerlerine yerleşme imkânına asla sahip olamazlardı. (Bak: TDV İslam Ansiklopedisi’nin ilgili maddeleri).

Son olarak, Ebû Zehre’den “İslam Birliği” fikrinin tarihçesine ilişkin madde madde iktibas edilen çok kıymetli özetler, Muhammed Hüseyin Fadlallâh’ın, “el-Vahdetu’l-İslâmiyye Hutuvât Nahve’t-Tatbîk (İslam Birliği: Uygulamaya Dönük Adımlar)” adlı eseriyle karşılaştırılarak müzakere edilirse daha birleştirici bir sonuç alınması mümkün olacaktır.” (Doç. Dr. Ali Vasfi Kurt).

İSLAM BİRLİĞİ’Nİ MUTTAKİ ULEMA ÖNDERLİĞİNDE TESİS ETMEK

Merhum Ebu Zehra’dan özetlediğim son üç yazıya ilişkin yorumlardan da sadece muhterem hocam, emekli eğitimci Ethem Paksoy’un katkılarını özetlemekle yetineceğim:

“İslam, insanlık için indirilmiş en mükemmel bir hayat nizamı olduğu ve onu kabul eden İslam Milletinin de dünyaya nizam verecek yegâne hâkim güç olması gerektiği hâlde günümüzde Müslümanların sefalet içinde yaşamaları, Müslümanların İslam’ı anlamada ve yaşamada bir noksanlıkları olduğunu göstermektedir. İnancının temel umdesi tevhit olan bir İslam toplumunun tefrika bataklığında çağdaş müşriklerin zulmü altında inlemesi akıl ve mantıkla bağdaşacak bir durum değildir. Onlarca yıl önce Müslümanların birliğini sağlamak için bir teklifte bulunan Muhammed Ebu Zehra’ya katılıyorum. Konu güncellenerek bütün İslam ülkelerinden bir ulema heyeti oluşturup ilmî bir çalışma yapılması bu ümmet üzerine bir vazifedir. Dünyada aydınlık bir gelecek için bu ümmetin birliğine ihtiyaç vardır. Bu gibi çalışmalar inşaallah bu konunun fitilini ateşlemiş olur.” (Ethem Paksoy).

PSİKOLOJİK, DÜŞÜNSEL VE KÜLTÜREL BOYUTLARDA BİRLİĞİ SAĞLAYABİLMEK

“İslam dünyasında yeraltı ve yer üstü zenginlikleri yerli yerinde kullanıldığı zaman dünyada hiçbir Müslüman aç kalmaz ve ülkelerin en müreffeh toplumu olurlar. Bu imkânlara rağmen açlık ve sefalet bu ümmetin başındadır! Bu ümmetin nüfus yapısına baktığımız zaman Batı toplumuna göre daha genç, daha dinamik ve daha zekidir. Bu ümmetin gençliği değerlerine bağlı olarak eğitilmiş olsa, değil ümmetin selameti, üç asırdır Batı medeniyeti tarafından talan edilmiş gezegenimiz kurtulur. Ne yazık ki bu ümmetin gençliği İslam’ı karalamak için Batılı ağa babaları tarafından terörün kucağına itilmiştir. Bu ümmet İslam’dan uzak yaşamaktadır.

Bunca imkâna rağmen bu ümmet neden sefalet içinde düşmanları tarafından ezilmektedir? Bu soruya cevap olarak Muhammed Ebu Zehra’nın 60 yıl önce tespit ettiği sorunlar hâlâ yerinde duruyor. Sorun Müslümanın İslam’ı şartsız anlayarak Allah’a teslim olmamasından kaynaklanmaktadır. Tağuti güçler Müslümanları ezerken biz hâlâ ırk, mezhep, meşrep ayrılıkları içinde birbirimiz yemekteyiz. Asabiyet iliklerimize o kadar işlemiş ki iyi kötü ümmetin birliğini sağlayan Osmanlı’yı böldük ve onun topraklarında kırk üç devletçik olduk, yetmedi hâlâ ırkçılıkla parçalanmaya çalışıyoruz. İslam’ı da kendi asabiyetimize göre yorumluyoruz. Bir de her biri ayrı telden çalan meşreplerimiz var. Başlarında olağanüstü özelliklere sahip (!) sözde kanaat önderleri dini kendi makam ve mansıpları doğrultusunda yorumlayarak bu ümmeti darmadağın etmişlerdir.

Artık yeter; bu menfur sorunları ortadan kaldırarak bu ümmeti İslam’la buluşturmak gerekir. Bu kutlu eylemi gerçekleştirmek için Müslüman âlimlere, siyasetçilere, sanatçılara çok iş düşmektedir. Her İslam ülkesinde Müslüman âlimler geniş yelpazeli bir heyet oluşturarak İslami anlayışta birlik ve farklılıklarda hoşgörüyü hâkim kılmalıdırlar. Ümmetin birliğini sarsan istismarcı şarlatanlara meydan vermemelidirler. Ümitsiz olmaktan Allah’a sığınırım, inşaallah bir gün bunların hepsi gerçekleşecektir.” (Ethem Paksoy).

“MİLLET-İ İSLAM CAMİASI”NI KURABİLMEK

“Bu ümmet dinini okur, öğrendiğini düşünür, düşündüğünü yaşar; sonra da kendi gibi yaşayanlarla toplumunu kurarsa Allah bunun karşılığını elbette verecektir. Muhammed Ebu Zehra’nın onlarca yıl önce vurguladığı gibi Müslümanlar tefrikaya giden bütün yolları tıkamalı; fitneden, nifaktan hassasiyetle kaçınmalıdır. Farklılıklarımızı tevhit inancı içinde zenginliğimiz kabul etmeli ve tevhit inancını toplum yapısına yansıtmalıyız. Aksi takdirde birbirinin kusurlarına razı olmayan bu ümmet haçlı sürülerinin bombaları altında ezilmeye devam edecektir.

Günümüz şartlarına göre dünya Müslümanlarının tek devlet olmasının bir anlamı yoktur. Demokratik yollardan İslami hükümetlere kavuşan ülkeler önce ekonomik bakımından, sonra savunma alanında birlik olurlar ve en son siyasi birlikteliği tesis ederler. Tevhit inancına yakışır bu birlik de dünyadan zulmü ve sömürüyü kaldırır. İnsanlık rahat bir nefes alır. Zira, dünya Müslümanların nefesine muhtaçtır.” (Ethem Paksoy).

EBU ZEHRA’NIN “İSLAM BİRLİĞİ” ESERİNİN ALTMIŞLI YILLARIN BAŞINDA YAYIMLANDIĞINI HATIRDA TUTMAK

Dönem başkanlığını hâlen Türkiye’nin yürüttüğü İslam İşbirliği Teşkilatı’nı gerçek bir “İslam Birliği”ne dönüştürmenin imkânı ayrı bir çalışmanın konusu olup farklı birçok öneri yanında öne çıkardığım “Millet-i İslam Camiası” terkibini garipseyen bir akademisyen hocama, Ebu Zehra’dan özetle iktibas ettiğim yazılarımın başında -eserin 60 yıl öncesinin şartlarında yayımlandığı notunu düştüğümü hatırlatıyorum.

Üstad Ebu Zehra’nın “İslam Birliği”ne ilişkin görüşlerini özetleyen yazılarıma iki ayrı profesörden, ümmetten ümitleri kalmadığı, bizi ancak Allah’tan gelecek bir mucizenin kurtarabileceği, İslam birliğini ütopya gördükleri, Müslümanların daha İslamiyet’in ne olduğunu bilmedikleri, belki menfaat görürlerse böyle bir birlikte yer alabilecekleri mealinde yorumlar geldi.

En çetin şartlarda bile umudumuzu muhafaza etmek psikolojik bir eşiktir. Bu eşiğin altında kalan hiçbir girişimin muvaffak olması beklenemez. Çünkü o baştan kaybetmiştir. Allah’ın yasakladığı yeis hâlidir bu. Kurtuluş umudunu mucizeye bağlamak da yöntem olamaz, zira mucize bir hayat tarzı değildir. Sosyal hayatta geçerli olan sünnetullah’tır, Allah’ın kâinata, tarihe ve topluma koyduğu değişmez yasalarıdır. Bu yasaları çiğneyen, her kim olursa olsun bedelini ağır öder.

Mevcut vahim görüntümüze rağmen en yüksek düzeyde ümitvar olmamız gerekir. Müslümanlar perişan olmalarına yol açan büyük hatalarından mutlaka dersini alacak, vaziyeti akl-ı selim ile değerlendirip tüm sorunlarımıza kalıcı çözümler geliştirecektir. Bizim bütün bir İslam âlemi olarak içine itildiğimiz fitne ateşine yeni odunlar taşımadan bu ateşi bir an önce söndürecek, ümmetin garip evlatlarını iki asırlık sömürge sürecinden kurtaracak ve sağlıklı bir ümmete dönüşmesinin zeminini oluşturacak bir mücadele yürütmekle mükellefiz. Büyük insanlık ailemizin ihtida edecek fertleri de elbette ümmetin derlenip toparlanmasında önemli katkılar yapabilecektir. Bir ucundan toparlanmaya ve ayağa kalkmaya başladığında İslam ümmeti mevcut sorunlarını hızla çözebilecek potansiyeli bünyesinde barındırmaktadır vesselam.

Rabbim bizlere inisiyatif alarak izzetimizi yeniden kuşanabilme liyakati bahşetsin.

Kaynaklar:

*Muhammed Ebu Zehra. (2016). İslam Birliği (el-Vahdetu’l-İslâmiyye), çev. R.G. Ömün, “İki Dil Bir Kitap” serisi içinde, Arapça-Türkçe, İstanbul: Beyan Yayınları, 208 s.

*Muhammed Ebu Zehra. (2016). Dünya İslam Birliği, çev. Prof.Dr. İbrahim Sarmış, Konya: Esra Yayınları.

1)

2)

3)

4)