Düşünmek: Fazilet mi, rezilet mi?

Abone Ol

Ne demişti Aliya: Bir çok canlı kafasını sağa-sola, yukarı-aşağı çevirir ama bir tek insan kaldırıp başını göğe bakar ve tefekkür eder. İnsan, Rabbenâ mâ halekte hâzâ bâtılen barikasına, işte o esnada çarpılır ve anlar ki: Hak, boş yere halk etmemiştir mahlukatı. Anlayınca olmaya başlar ve hemen semaya/senaya durur oracıkta. Sübhâneke! Seni anar, över, tesbih ederim böylece. Sen de beni, bu apaçık hakikati kavramayıp da nura/sana kör ve nankör olanlardan eyleme! Ki onların varacağı yer bellidir.

Düşünmek, insan olmanın ve insan kalmanın lazım-ı gayr-ı müfarıkıdır. Düşündüğümüz sürece ayrışırız diğer canlılardan ve düşündüğümüz sürece ayrılırız ötekilerden. Işığı icat ettiren de ışığa koşturan da ışık olabilmek ve saçabilmek de ancak düşünmekledir.

İki tip düşünce taşır insan: Birincisi, çeşitli tefekkür evrelerinde pişerek ilerlemiş ve evrimleşmiş; tekamül süreci tamamlanmış fikirdir ki çoğu zaman bir yargı niteliği taşır. Bir iddiası vardır, hüküm verir. Felsefi anlamda bir postulattır.

İkinci tür fikir ise henüz zikir aşamasını aşamamış, serencamını tamamlayamamış adeta zihnin içinde rastgele atom molekülleri gibi dolanıp duran bir idedir. Bu tür fikir, tagayyür ve tesebbüt gibi merhaleleri tamamlamadıkça bir hüküm niteliği taşımaz ki bu evreler fikrin damıtılma evreleridir. Bu evrelerden geçmeyen bir fikir sorgulanmamış, hesap vermemiş sanki dogma olarak doğmuştur. Bu tür düşünce, tekellüm edilse de zihinde henüz tesekkün etmemiş demektir. Hamdır.

Bir usule biat etmeyen tarz-ı tefekkürün üreteceği fikir, muteber bir bilgi sayılamayacağı gibi meşru bir düşünce niteliğini de elde edemeyecektir. Ortaya çıkan malzeme, laf-ı güzaf olacak, safsatadan ileri gitmeyecektir. Farz-ı muhali, farz-ı mahale indirgeyerek bir mantık örgüsü kurulur ve fikirler bunun üzerine bina edilmeye kalkışılırsa absürt ve saçmalık hali zirve yapacaktır.

Bu durumu bir örnek ile somutlaştıralım:

Ünlü müsteşrik, J. V. Ess, Eşarî Kelamını (ki Batıda Sünni kelamı ile eştir) Aristocu mantığı kabule zorlayan şeyin, İsmâilî (Bâtınî) misyonun tehdidi olduğu notunu düşer. Eşarîlik, Aristo mantığını kuşanarak Bâtınîliği adeta mindere çekmeye çalışmıştır. Çünkü Bâtınîlik hiç bir mantıksal zemine ve usule sadık kalmadan ürettiği bilgiyle anarşi yaratmakta ve kaçak güreşmektedir. Aristo mantığı bu anlamda ortak bir dil ve zemin arayışıdır. Nihayet Gazzâlî’nin, dönemin alimlerince anlaşılmayıp eleştirilmiş olsa da İsmâilîlik ile ilgili okumalar yapıp Fedâihü’l-Bâtıniyye adlı bir kitap yazmakla yapmaya çalıştığı şey, mugalatadan üreyen bilgiyle muhakemeden elde edilen bilgiyi ayırmaktır.

Pek çok ilim adamı, Gazzâlî’nin Bâtınîlikle yaptığı mücadeleyi över ve bu mücadeleden İslam düşüncesinin başarıyla çıkmasıyla medeniyet inşa etmenin mümkün hale geldiğini savunur. Peki gerçekten de iddia edildiği gibi Bâtınî düşünce, tefekkür kodlarımızdan tümüyle çıkmış mıdır yoksa kılık değiştirerek daha masum/masun bir adla epistemolojide ve hayatın içinde yer bulmuş mudur?

Biz, Gazzâli’nin hayatını ortaya koyarak savaştığı Batınî düşünceye bir örnek verelim, cevabı siz verin…

“Akıl ve düşünce, insanı çokluğa götürür bu sebeple hakikati, masum bir imamdan öğrenmek gerekir.”

Görüldüğü gibi Batınîlikte hakikatin tanımı ve algısı, tümüyle aslında sıradan olan üstün(!) bir beşerin aklına inhisar edilir. Ne kadar tanıdık değil mi?

Aslında ben bugün İlahiyat Fakültelerinde felsefe dersleri tırpanlanırken liselerde ders saatinin artırılmasındaki üstün hikmeti yazacaktım.

Belki de yazmışımdır!

Baki selam…