Bir dostumdan naklen. Olayın geçtiği dönem, Refah Partisi’nin mahalli idarelerde iktidara geldiği dönem. Olayın yaşandığı yer ise çok büyük şehirlerimizden birinin ilçe belediyesi. Bu ilçenin belediye başkanı ise Milli Görüş camiasının o zamanki önemli isimlerinden biri.
Belediye başkanımız seçildikten sonra samimiyetle hizmetlerine başlıyor, ilçe halkına kendini sevdiriyor. Ama zaman içerisinde başkanla vatandaş arasına mesafeler giriyor, ilk zamanlardaki samimiyet yerini gösterişe bırakıyor. Derken bir gün ilçenin kaynağı karanlık varlıklı eşrafından biri maiyetiyle birlikte başkanı ziyaret ediyor. Ama ne ziyaret, malum zat neredeyse el-etek öpecek kadar ileri gidiyor. Başkana taleplerini söylüyor ve makamdan iki büklüm ayrılıyor.
Başkan da misafirlerini yol ediyor ve daha sonraki başkan ve yöneticilerimize de örnek(!) olacak şu sözleri söylüyor: “Yahu kardeşim, bu adama şöyle böyle derler. Görmüyor musunuz bize nasıl hürmet ediyor? Bir de bizimkilere bak, az görüşmesek hemen küsüyorlar…” Duruma şahit olan Milli Görüşçü belediye çalışanı üzülerek içinden şöyle diyor: “Sana ne umutlar bağlamıştı bu millet; ama demek ki seni de kaybettik.”
Şimdi bu başkan nerededir, ne yapar bilmiyorum ama böyle başladı bizimkiler dediklerimizin milletin içinden gelip de milleti küçümsemeleri. Oysa Ebul Muslim Horasani “Onlar zararlarından emin oldukları için dostlarını uzak tuttular. Kendilerine bağlamak ve kazanmak için de düşmanlarını yakınlaştırdılar. Yakınlaştırılan düşman dost olmadı. Ama uzaklaştırılan dost düşman oldu. Herkes düşman safında birleşince yıkılmaları mukadder oldu!” demişti yüzyıllar öncesinden.
Biz ve bizim gibileri yıllarca o kadar ezdiler ki iktidara gelene kadar bizimle her türlü derdi, cefayı çekenlerle değil yolda bulduklarımızla yola devam etmeyi tercih ettik.
Dostun mihnetini kendimize dert, engel zannedip bizim gücümüzden istifade eden her dönemin insanlarına itimat ettik. Geçmişte olanlardan ders almak yerine makamlarımıza kulluk yapanları gerçek dostumuz sandık. Bizimkiler dediklerimizi hımbıl, başarısız, bir şeyden anlamaz zannettik.
Bize birkaç sahte mimik ve güzel sözlerle sunulan vıcık vıcık yağları iltifat zannedip bizimkiler dediklerimizi “Dost acı söyler ama gerçeği söyler.” sözünü unutarak hep onlara hayıflandık.
Kendi insanımız için “Kendileri bir şey yapamıyor; ama başkaları yapınca kıskanıyor.” diye düşündük. “Bak onlar ne kadar çok da çalışıyorlar ve yapılanı da takdir ediyorlar.” dedik.
Kendi gönüldaşlarımızı, dava kardeşlerimizi küstürdük, bize ve değerlerimize düşman olanlarla bir şeyler yapacağımızı zannettik.
Çoğu zaman da bizimkilerden biri yarın rakibim olur diye düşünüp dün bize düşman olanlarla işbirliği yaptık.
Ama ne zaman iktidar kaybedildi, ne zaman güç, makam elden gitti o zaman her şey bitti.
Tarih hep tekerrür etti. Hiç kimse geçmişten ve yaşananlardan ders almadı. Gönlü kırılanlar, dava adamları itildi, kalkıldı; ama davalarına hiç küsmediler. Kimseyi yolda bırakmadılar, yolda kimseye değişmediler dostlarını.
Bu minval üzre, hepimiz için örnek ve emsâl oluşturabilecek bir beyitle Şair Nabi’nin ağzından bitirelim:
Mânend-i kemân hükmünü ver redd ü kabûlün
Ahbâbını âgûşa çek a‘dâya metîn ol (Yay gibi reddetmenin de kabul etmenin de hakkını ver. Dostlarını sînene çek, düşmana karşı ise dimdik dur.)
Geçmişte olanlardan ders almak yerine makamlarımıza kulluk yapanları gerçek dostumuz sandık…