Zamanla ve mekânla mukayyet olmayan bir mücadelenin içinden geçiyoruz. Eninde sonunda toprak olacak şeylerin peşinden koşanlarla, bu küreye ait ne varsa elinin tersiyle itip sonsuz mutluluğa talip olanların mücadelesi bu.Habil ve Kabil’lebaşladı, Sûr’a kadar da bitmeyecek.
Kabil’in günümüz temsilcisi Batı’nın mütegallibe beyazları ve onların üflemesiyle kendini beyaz zanneden yerel işbirlikçileri, Yaradan’ın bu milletin saf çocuklarının kalbine nakşettiği feraseti hiçbir zaman anlayamayacaklar ve daima kaybedenlerden olacaklar…
***
Varlığı, elinizle tutup gözünüzle görebildiğiniz şeylerden ibaret zanneden sevgili bazıları; alınıpsatılabilir, ölçülüp tartılabilir her şeyin değersiz olduğunu anladığınızda iş işten çoktan geçmiş olacak…
***
Hiç kimsenin kendisi olmadığı zamanlarda yaşıyoruz. Bazılarının kalıbının adamı olmadığını anlamak için birkaç dakika dinlemek kâfi geliyor.
Bir de kendinden çok büyük insanlar var. Kalıbına sığmıyor. Hemen anlıyorsunuz, kullandığıkelimelerin, sözlerinin ağırlığını taşımakta ne kadar yetersiz kaldığını. Karşınızda, sanki ezelden ebede tüm zamanları yaşamış da günümüze massedilmiş birisi varmış gibi hissediyorsunuz. Ne kadar da azlar…
***
Gözüyle görebileceğini düşünen insanın hali, deryadaki balıkları seyrederek karnını doyurabileceğini sanan kişinin hali gibidir.
Göz, bakma organıdır. Değişik yapıdaki dokular, sinirler vs.den yaratılmış gözümüzle bakar, ancak ve ancak moleküllerden meydana gelen cisimleri görebiliriz. Işık yoksa o da yok.
Asıl olan fehmetmektir. Göze gerek yok, bir gönül kâfidir fehim için…
***
Okuyunca bileceğimizi, yazınca bilineceğimizi zannettik. Âh ki bu denklemdeki eksikliğin farkına varamadık. Düşünelim, bildiklerimizin ne kadarını okuyarak öğrendik?
Bilmenin okumayla ilgisi gözün görmeyle ilgisi kadardır.
Yazmak mı?..
Ne mutlu yazana, sadaka-i câriyesayılacak bir cümle bırakabilirse ardında…