İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında İran’da, ülkenin petrol kaynaklarına sahip olan İngilizlere karşı halkın tepkisi ortaya çıktı. Bu ulusal kampanyaya Muhammed Musaddık liderlik ediyordu. Nihayetinde 1951 yılına gelindiğinde büyüyen bu hareket, Musaddık’ı başbakanlık makamına getirdi. İlk iş olarak petrolü millileştirme kararı alan Musaddık, çok geçmeden İngiltere ve ABD’nin tepkisini üzerine çekti. Musaddık’ın arkasında örgütlü bir halk desteği bulunmadığı için Şah ile CIA’nın 19 Ağustos 1953 tarihinde tertiplediği darbeye yenik düştü. Darbe sonrasında ABD hükümeti, İran Şahı’na kesenin ağzını açtı. ABD Dışişleri Bakanı John Foster Dulles, İran’a yapılan yardımların “oradaki olumlu siyasal gelişmelerin bir karşılığı” olduğunu açıkça ifade etmekten çekinmedi. Ardından 1954 yılında yapılan bir anlaşmayla İran petrollerinin işletilmesi uluslararası bir konsorsiyuma devredildi. Bu konsorsiyumda petrolün aslan payı İngiltere, ABD, Hollanda ve Fransız şirketlere düştü.
ABD, uzun yıllar İsrail’in bölgede güçlenmesi için çaba harcadı. Bu çerçevede İsrail ile Mısır ilişkilerinin düzeltilmesi ve İsrail ile Arap dünyası arasında işbirliklerinin geliştirilmesi uğruna birçok siyasi projeyi desteklemekten geri durmadı. Ancak ABD’nin bu tutumu Ortadoğu özelinde bir güven bunalımının ortaya çıkmasına neden oldu. Bu politika ayrıca Ortadoğu’da yeni kamplaşmaları ve bloklaşmaları beraberinde getirdi.
Filistin meselesi, aslında birbirleriyle sürekli çatışan Arap ülkelerini bir arada tutan yegane unsurdu. Filistin sorununun başlangıcından beri uzun yıllar bu devletler ödün vermeksizin, “İsrail tarafından işgal altında tutulan Filistin topraklarının tümüyle sahiplerine geri verilmesi” hususunda birlikte hareket ettiler. Fakat ABD bu kördüğümü Arap devletleriyle tek tek ilişki kurmak suretiyle çözmeyi başardı.
19. yüzyılın sonlarından itibaren petrol ve Siyonizm Ortadoğu coğrafyasında Batılı devletlerin siyasi hamlelerini belirleyen önemli iki faktör olarak belirginlik kazanmaya başladı. Bölgedeki zengin petrol rezervleri büyük ölçüde Batılı devletlerin kontrolündeki şirketlerin imtiyazına verildi. Belki abartılı bir ifadeyle, petrol imtiyazı karşılığında Arap ve Farsiler’e siyasi egemenlikleri taahhüt edildi. Bu durumun varlığı Musaddık darbesinde kendini bir kez daha göstermişti.
Petrolün politik bir silah olarak topyekûn bir şekilde Batıya karşı kullanılması 1973 Petrol Krizi’nde ortaya çıktı. Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın başını çektiği bu isyan bayrağı, Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen İsrail’i kayıtsız şartsız destekleyen başta ABD olmak üzere Batı dünyasını yola getirmeyi amaç edinen bir ambargo girişimiydi. Ortadoğu’da yürütülen uluslararası siyaseti değiştirmeyi hedefleyen bu adım Batı Avrupalı devletleri ve ABD’yi titreten önemli bir tehdit oldu. Komünizm bile Batı’nın dizlerini bu denli titretmemişti. Kral Faysal, ABD ile Arap dünyası arasında yürüttüğü yakınlaştırıcı ılımlı siyaset sayesinde önemli bir köprü vazifesi görüyordu. Lakin bu ılımlı tavrı İsrail’in hukuksuzluğuna ve haksız işgallerine müsamaha gösterecek düzeye hiçbir vakit ulaşmadı.
Faysal’ın bu tutumu, ABD Dışişleri Bakanı Kissinger’in tüm diplomatik hamlelerine karşın ayakta durmayı sürdürdü. O dönemde İngiliz basınında Faysal’ın politikalarını analiz eden uzmanlardan bazılarının, Petrol Krizi’nin devam etmesinin Faysal’ın ölümüne neden olabilecek sonuçlar doğurabileceğinden söz ettikleri görülmektedir. Analistlerin kehanetleri bir yıl sonra ortaya çıktı. Kral Faysal, Psikolojik bozukluğu olduğu iddia edilen yeğenlerinden birisi tarafından 25 Mart 1975 tarihinde Riyad’da öldürüldü. Böylece ABD, İsrail ve Avrupa’nın en büyük kâbusu sona ermiş oldu.
Gelelim bugüne! Doğu Akdeniz havzasında keşfedilen doğalgaz kaynakları benzer konsorsiyumların Kıbrıs’ın çevresine akın akın gelmesine yol açtı. Bölgede deniz hukukuna ilişkin ihtilaflar bir çözüme kavuşturulmadan yapılan taksimatlar neticesinde petrol ve doğalgaz arama ruhsatları verilmesi, askeri tedbirlerin bölgede yoğunlaşmasına zemin hazırladı. ABD, İsrail, Fransa ve İngiltere, geçmişte olduğu gibi yeniden bölgenin en büyük enerji kaynaklarından birisi için kolları sıvadılar.
ABD ve AB Türkiye’den Kıbrıs adası açıklarında hidrokarbon arama faaliyetlerinin endişe verici olduğunu ve zaman kaybetmeksizin bu çalışmalara son vermesini talep ediyorlar. Levant kıyılarında deniz yetki alanlarının kullanımına ilişkin anlaşmazlıklar 2003 yılından beri devam etmektedir. Söz konusu uyuşmazlıklara ilişkin, taraflar kendi tezlerini usulünce Birleşmiş Milletler’e ilettiler. Buna rağmen Güney Kıbrıs Yönetimi tek taraflı bir şekilde, kendi ilan ettiği deniz yetki alanlarında sondaj arama ruhsatlarını uluslararası politikada güçlü gördüğü devletlerin şirketlerine ihale etmeye devam etti. Şimdi Türkiye benzer bir adımı atınca kıyamet koptu!
Ortada tarafların uzlaşamadığı bir konu dururken, ABD ve AB gibi üçüncü tarafların kendilerini uluslararası mahkeme yerine koyarak bağlayıcı bir karar almaya çalışmaları başlı başına uluslararası hukukun ihlalidir. Bu bir tür güce dayalı jakoben siyasettir. Hal böyle iken, Kıbrıs Rum Kesimi Cumhurbaşkanı Anastasiadis’in, “uluslararası hukuk, Erdoğan’ın Kur’an’ında yazılı olan şey değildir, Birleşmiş Millerler’in tüzüğünde yazandır” açıklaması, diplomatik kaideleri aşan ve insan onurunu zedeleyen utanç verici bir ifadedir. Anastasiadis bu açıklamayla Erdoğan özelinde Türkiye’yi “cihatçı bir politika” izlemekle suçlayarak, “İslâmi terör” denizinden nemalanmaya yelken açmaya çalışmaktadır. Peki Rum lider Anastasiadis, Erdoğan için söylediklerini benzer şekilde Netanyahu ve Trump için neden söyleyebilir mi? Neden onları da Birleşmiş Milletler tüzüğüne davet etmiyor?
Diğer taraftan, Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Hrisostomos’un Paskalya Bayramı nedeniyle Kıbrıslı Rumlara yönelik yaptığı vaazda, “her gün Kuzey’e alışveriş için geçen, yasa dışı Ercan Havaalanı’nı kullanarak seyahat edenler, kürtajı savunan ve eşcinsel çiftlerin birlikte yaşayabilmesini destekleyenler kadar ulusal ve dini değerlerden sapmıştır” ifadesini kullandığında, Anastasiadis, “hukuk Hrisostomos’un İncil’inde yazılı olan şey değildir” açıklamasını neden yapmadı?
Benzer şekilde Kıbrıs Rum Yönetimi, Doğu Akdeniz’de sondaj faaliyetlerini yürüten Türk gemileri hakkında AB’ye başvuru yaparak, bu faaliyetleri gerçekleştiren, yardım eden veya teknik destek sağlayan ilgili tüm gerçek ve tüzel kişilerin tutuklanması, mal varlıklarına el konulması veya bunlara ilişkin diğer gerekli tedbirlerin alınması için girişimlerde bulunuyor.
Bakalım Türkiye ve KKTC’ye yönelik tüm bu siyasi girişimlerin sonu nereye varacak? Yakında bu siyasi akıl KKTC’yi terör bölgesi ilan ederse hiç şaşırmamalı!