Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynaklarının nakliyesini, pazarlanmasını ve maliyetini görüşmek ve potansiyel üreticiler ile tüketicileri kurumsal bir mekanizma altında buluşturmak maksadıyla, 14 Ocak 2019 tarihinde Güney Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, İtalya, Ürdün, Filistin ve Mısır’ın katılımıyla, Kahire’de ilk temelleri atılan Doğu Akdeniz Gaz Forumu (DAGF), bünyesinde birçok beklenti ve riski beraberinde barındırmaktadır.
Havzada gaz endüstrisinin tüm aşamalarında aktörler arasında sürdürülebilir bir ortaklığın kurulması niyetiyle başlatılan girişimde Türkiye, KKTC, Suriye ve Lübnan’ın yer almaması, ciddi bir eksiklik olarak göze çarpmaktadır. Tüketim açısından konu ele alındığında, Mısır ve Türkiye bölgenin en büyük iki doğalgaz pazarıdır. Türkiye gibi büyük bir pazarın, pahalı ve teknik olarak karmaşık boru hattı projelerine güvenerek saf dışı edilmesi, ekonomik açıdan makul bir yaklaşım değildir. O halde DAGF’ın siyasi bir proje olduğunu söylemek abartılı bir iddia olarak değerlendirilemez.
DAGF, Ortadoğu’nun hangi siyasal parçalara ayrıldığını işaret etmesi bakımından dikkate değerdir. Buradan hareketle DAGF’ın, Türkiye, İsrail ve İran’a göre şekillendiğini ifade etmek mümkündür. Başka bir ifadeyle, Türkiye ve İran’a karşı İsrail’i tercih eden ülkeler bir araya gelmiştir. Belki Filistin’in temsil edilen ülkeler arasında yer almasının bu iddiayı geçersiz kılabileceği düşünülebilir ancak Filistin’in varlığına İsrail’in şerhi ve itirazı halen devam etmektedir.
İran ve Türkiye karşıtlığı gerçekten bölgede sürdürülebilir bir ortaklık inşasında yeterli midir? Arap ülkeleri arasında süregelen dini, siyasi anlaşmazlıklar ve aşiret kavgalarını söz konusu “karşıtlığın” bitirmesi veya sümenaltı etmesi ne derece mümkün olacaktır? Veyahut Türkiye ve İran antipatisi, İsrail ile Arap ülkeleri arasında kronikleşen “güvenlik endişesini” bitirmeye kâfi gelecek midir? DAGF’ın tüm anlaşmazlıkları ve sorunları, ortak ekonomik çıkarlar etrafında bitirmesi ve bölge ülkeleri arasında işbirliğine dayanan yeni bir dönemin kapılarını açacağı düşünülebilir. Fakat bu işbirliği girişimlerinin serencamı takip edildiğinde, hedefinde ekonomik bir yapılanmadan ziyade siyasi bir yapılanmanın emarelerini taşıdığı müşahede edilmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki siyasi liderler nezdinde atılan işbirliği adımlarının halk nazarında tam bir karşılığı henüz bulunmamaktadır.
Büyük ölçüde ABD ve İsrail’in öncülüğünde atılan bölgesel adımların nihai hedefi, Türkiye, İran, Rusya ve Çin’in Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki etkinliğini azaltmaktır. PKK/PYD/YPG’ye verilen destek, “Arap NATO” ve DAGF şeklindeki planlamalar birlikte düşünüldüğünde, nasıl bir çevreleme ve yalnızlaştırma siyasetinin yürütüldüğü kolayca anlaşılabilmektedir. Kaldı ki İran’a ve Türkiye’ye karşı bir “Arap ve Kürt” gücü konuşlandırma teşebbüslerinin, bölgedeki siyasi güç dengeleri ve toplumsal gelişmeler göz önüne alındığında, basit hadiseler olmadığı, olayların seyrinden anlaşılmaktadır.
Akdeniz’de yer alan Tamar yatağından kendi doğalgazını üretmeye başlayan İsrail’in, enerji ihracatçısı haline gelmesi ve enerjiyi bir yumuşak güce dönüştürerek bölgesel etkisini artırmak istemesi, uluslararası ilişkiler açısından rasyonel bir davranıştır. Fakat uzun soluklu bir sürece ihtiyacı vardır. Lübnan, Filistin, Suriye, Irak, İran, Türkiye ve Ürdün ile yaşadığı “sıcak gerilim” ve S. Arabistan, Mısır, Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile var olan toplumsal sorunlar, İsrail’in bölgedeki, personanongrata statüsünü, hâlâ canlı tutmaktadır.
Tarihsel denklem incelendiğinde, Türkiye’yi dışarıda bırakan siyasal düzenlerin sürdürülebilir olmadığı anlaşılmaktadır. Türkiye’yi, “terör koridoru” marifetiyle karadan, “enerji koridoru” yoluyla da denizden daraltarak çevreleme teşebbüsleri, telafisi güç ve imkânsız sonuçlar ihtiva etmektedir. Bunun yanında Türkiye’nin, tüm olumsuzluklara rağmen, bölgedeki ekonomik, askeri ve yumuşak gücü artmaya devam etmektedir. Önemli bir husus da, Türkiye’nin dar diplomatik kalıplardan kurtulmasıdır. Bu sayede aynı anda çok yönlü bir diplomasi yürütmeye başlamasıyla, hariciyenin müzakere ve kurumsal kapasitesini güçlendirmiştir. Bu bağlamda Ankara’nın bölgesel ve yerel aktörler arasındaki ayrışmaları ve koalisyonları iyi takip etmesi ve yerel ve bölgesel aktörlerle temasını yoğunlaştırması faydalı sonuçlar verebilir.