Dışa değil içe dönük sanat

Abone Ol

Yirminci Yüzyıl ‘Dışavurumculuk’un yüzyılıdır desek yeridir. Sanatta, siyasette ya da riyasette karşımıza hep Dışavurumculuk çıkar. Farklı formlar ve isimler üzerinden ezberlerimizi bozan hallerle karşımıza çıkan bu anlayış, kendini en fazla sanat alanında göstermiştir. Bilhassa da resim sanatında.

Evrensel bilgi kaynağımız (!) Vikipedi’ye göre Dışavurumculuk (Ekspresyonizm), “doğanın olduğu gibi temsili yerine duyguların ve iç dünyanın ön plana çıkarıldığı 20. Yüzyıl sanat akımıdır”.

Bu tanımdan yola çıkarsak, Dışavurumculuk’un 20. Yüzyıl’ın hayat akımı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zira sanatla hayatın bir olduğuna inanan biri olarak, Dışavurumculuk’un, hayattan üretildiğini ve gerisin geriye dönerek yine hayatta tüketildiğini düşünen biriyim. Çünkü hayatla bağı olmayan ya da bağını koparmış sanatın yaşayabileceğine inanmıyorum. Dışavurumculuk’un da neşvü nema bulduğu 20. Yüzyıl, bunun sayısız örnekleriyle doludur (500’ün üzerinde sanat manifestosu yayınlandığını düşünürsek).

Yukarıda değindiğim gibi Dışavurumculuk, kendini en fazla resim sanatında göstermiştir. Fovist’lerle başlayan nesneleri deformasyona uğratarak resmetme geleneği, soyut dışavurumcularla bambaşka bir noktaya taşınmış ama gelenek değişmeyerek, ne kadar vahşi ya da masum olursa olsun duygular/düşünceler dışa vurmaya devam etmiştir. 20. Yüzyıl'a kadar geleneksel kodlarına göre resim yapan Batılılar, Fovist’lerle başlayan bu radikal hareket karşısında şaşkınlığa uğramış ve karşıt denilecek tepkilerle yeni oluşuma mukabelede bulunmuştur. Bir yandan ‘burjuva’ bu akımı sahiplenmiş, öte yandan ‘Akademi’ şiddetle eleştirmiştir. Hatta bir sanat eleştirmeni Fovist’leri, “Donatello’nun etrafını saran vahşi hayvanlar” diyerek aşağılamıştır.

İlerlemenin insani bedellerini ağır bir şekilde ödeyen Batılının nezdinde bu sürtüşme gayet anlamlıdır. Çünkü dünya değişmektedir ve Platon’un zamanı da, anlayışı da çoktan geçmiştir. ‘Mimesis’in (doğayı taklit) ayarlarına göre yaklaşık 2000 yıl sanat yapmış Batılı için Fovist’lerin yaptığı elbette kolay kabul edilecek bir şey değildir. Ama yaşadığı Reform, Fransız İhtilali ve Sanayi İnkılabı sonrasında Avrupa’da yer yerinden oynamış ve her şey ("Tanrı", insan, ruh) mutlak kesinliğini kaybetmiştir. Bu muğlaklık ortamında ise, Fovizm’in, Kübizm’in ve Fütürizm’in ortaya çıkması ziyadesiyle doğaldır.

Buraya kadar her şey normal. Ama bunlardan bana ne diyor insan. Bana ne yaşadığı buhranlara çözüm üretirken saplandığı akımların darağacında, sanatı idam ya da idame ettiren kişilerden. Çünkü o hayat benim değil. Sert olduysa biraz yumuşatayım. Adı üstünde Batı adamının hikayesi o. Benim kendi hikayeme ihtiyacım var. Kendi standartlarıma. Kendimden menkul sanat yapışıma.

Genetik kodlarıma göre eşyayı okumaya. Kendime ihtiyacım var, her şeyden çok kendimle var olmaya. Bu ezberi bozmalıyız artık. Batı kafasının içimize ektiği, hatta kanımızla beraber dolaşıma soktuğu ezberleri bozmalıyız. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi hissedip onlar gibi sanat yapmaktan kurtulmalıyız artık.

Hülasasının hülasasını yukarıda verdiğim gibi, Batı adamı 20. Yüzyıl’da en çok dışavuruma vücut verdi. Devamlı kendini dışarıya vurdu. İçinde ne varsa dışarıya fışkırttı. Sapkınlıkları ya da erdemleri (bütün mutlakların yerle bir olduğu bir zeminde hangi erdemden bahsedeceksek artık) ne varsa içinde, attı dışarıya. Attı ve sanat tarihinin en büyük kırılmalarına battı.

Ama ben, ben ne yapmalıyım? Batı adamını körü körüne taklit mi? Platon’un ‘Mimesis’ine yeniden "hayat vermek" mi?

Hayır. Yüz bin kere hayır. Çünkü ben, bambaşka bir geleneğin çocuğuyum. Ne dışa vuracak kadar içinde biriktirmenin, ne de dışardakini taklit ederek vücut verecek kadar Mimesis’in bakiyesi değilim ben.

Ben, ben bilincinin aynı zamanda seni bilmenin, benle seni birleştiren Tanrı’yı bilmenin ve bunu bilerek sanat icra eden geleneğin çocuğuyum. Bu gelenekte kendini dışa vurarak nesneye öznellik kazandırmak yerine, hem kendini hem de temaşa edeni içine/özüne davet ederek tecelli etmek söz konusudur.

Bahusus, sanat denilen eylem bizim için ideali dile getirmedir. Bu ideal, beraberinde insani kıvrımlar taşısa da kaynağı itibariyle ilahidir. Bu da ilahi olanla insani olanın bileşkesini doğurur. Mesela, Sultanahmet Camii’nin prizmatik izdüşümü, 23.5 metrelik çapa sahip kubbesiyle "Tanrı"yı temsil ederken, bu temsil kademe kademe inerek galeri katında insani ölçülere ulaşır.

Böylelikle hem ilahi hem de insani mesaj vücut bulur. Bu durum, camide kullanılan çinilerde de böyledir, minberindeki geometrik desenlerde de. Aynı anlayış minyatürde de karşınıza çıkar, hat sanatında da. Bütün bu sanatlar

insanın terbiye ve tekamülünün tezahürü olup, idealden reel'e bir oluşun şifrelerini barındırır. İnsani zaafları ise kat’iyyetle barındırmaz. Çünkü zaafların sanattaki tezahürü Antik Yunan geleneğine (Tragedya) aittir. Oradan da, Hıristiyanlığa ve Avrupa toplumlarına geçmiştir.

Yukarıda çözümlemesini yaptığımız sanat tarihindeki kırılmaların aksine, Batı toplumlarında dram geleneğinden hiç vazgeçilmemiştir. Kübizm’den Kavramsal Sanat'a dram geleneği, Batı’da her zaman hakim olmuştur. İslam toplumlarında ise dram hiçbir zaman karşılık bulmamıştır. Çünkü hayat dramatik bir sahne değildir bize göre. Hayrın da şerrin de Allah’tan geldiğine inanan ve neyin hayr neyin de şerr olduğunu bilmeyen, bu anlamda Allah’a tam bir teslimiyetle bağlı olan insanlar hayata trajik bir şekilde bakmazlar. Bu durum onların sanatlarında da görücüye çıkar.

Nasıl çıkar derseniz?

Umut olarak çıkar. Bağışlanma olarak çıkar. Cennet olarak çıkar. Bu yüzden hat sanatında harflerin kıvrımlarından cennete bir yol aranır. Yine bu yüzden, bir acem halısında cennetin izlerine rastlanır. Bir yalının kalem işlerinde cennetin izi sürülür. Çünkü ideal olan cennettir. Ve insan cennetten gelmiştir, dönüşü de cennete olacaktır (inşallah).

İşbu ideal güzelliği (Allah) dile getirirken drama bağlamaz sanatçı. Resmederken de resimden kaçınır, çünkü bilir hiçbir güzellik onu resmedemez. Ama yine de bir yol bulur onu anlamak ve anlatmak için. Sonsuzluğun gramerine sığınır bunun için. Sayısız şekillerden sayısız olana yol bulmaya çalışır. Stilize çiçeklerden ideal olana kapı aralamaya çalışır. Bitmek bilmeyen desenler üretir bunun için (Çünkü bitmeyeni bitenle anlatamaz, bilir).

Bütün bunları yaparken yeise düşmez ama. İçindeki çapraz sorgulamalarını acziyet olarak dışa vurmaz. Bu dışa vuruma kutsallık atfetmez. O kulluğunu yaşar ve anlatır.

Bazen kelimelerle (şiir), bazen fırça darbeleriyle (resim), bazen taşla (mimari), bazen de damlalarla (ebru), bazen de sessizliğin senfonisiyle. Ama mutlaka anlatır. Anlatır ve arınır. Anlatır ve…

Baki selamlar.