Tarih, çalışmalarının merkezine genellikle konuşma kabiliyeti olan insanı yerleştirdi; aklı olan, çıkarlarına ve konumuna göre davranabilme iradesiyle birlikte…
Bu, aynı zamanda onun ağzından ya da kaleminden kayda geçenlerin yönlendirilmiş, abartılmış hatta icat edilmiş olma ihtimaline göre de değerlendirilmesi gerektiğine işaret eder…
Bu durumda insanın çok fazla müdahale edemediği ama üzerinde yaşamak zorunda olduğu coğrafyayı, bütün tarafsızlığıyla üzerinde yaşananların sessiz bir tanığı olarak konuşturmak, diğer belgelerin bir sağlaması açısından oldukça önem arz eder…
Kanaatimce İbn Haldun; “Coğrafya kaderdir” derken aynı zamanda onun, sağladığı imkânların yanında imkânsızlıklarıyla da üzerinde yaşayanları esir eden yönünü vurguluyordu...
İnsanın coğrafyaya yüklediği çok katmanlı anlamlar dünyası, bu imkân ve imkânsızlıkları içinde barındıran toprağın, çizilen sınırlarla “vatan”a dönüştürülmesi ona yepyeni boyutlar kazandırdı…
Bazen çizilen bu sınırların korunması, bazen de ulaşılan güçle birlikte onu genişletme iştahı, birçok olaylar silsilesinin muharrik unsuru oldu…
Başkasının çizdiği sınırı aşmak, onun elindekilere göz dikmek -inanılan mefkûreye göre-meşru ya da gayrimeşru birçok savaşın sebebi oldu…
Bu sınırlar bazen bir aileye ait araziyi bazen küçük bir devleti bazen de bir imparatorluğu tanımladı/tanımlıyor…
Ayrıca çizilen sınırlarla gelen yeni tanımlar savaşları, hukuku velhasıl bütün ilişki biçimlerini de tanımlamak demekti…
Coğrafya bazen atında ve üstünde barındırdıklarıyla bazen diğer coğrafyalara sağladığı ya da tıkadığı ulaşım imkân ve imkânsızlıklarıyla da insan ilişkilerini kökünden etkiledi…
Denizlerin, boğazların, ovaların, vadilerin, geçitlerin ya da geçit vermeyen dağların tarihi aynı zamanda onlarla birlikte yaşayan ama onlar için anlamsız derecede kısa sayılabilecek bir zamandaşlık hikâyesinin diğer kahramanı olan insanın tarihidir…
Zira değerli madenlerin ya da verimli toprakların, denizlerin, ırmakların tarihi insanın tarihinden bağımsız olabilir mi?
Onlar her yönüyle şahitler insanın tarihine çünkü en iyi onlar biliyorlar kendileri için kimlerin neler çektiğine ya da kimlerin, kimlere neler çektirdiğine…
Mesela altına, gümüşe sorsak neler söyler insana dair…
Hakeza Çanakkale ya da İstanbul Boğazları mesela…
Nil ya da Tuna hangi olayların, savaşların dolayısıyla da acı ve gözyaşının şahididirler ve insan, onlara hangi görevleri yüklemişti amacına ulaşmak adına…
Geçit vermeyen dağların tarihi, aynı zamanda asiliğin tarihidir desek yanılır mıyız?
Mesela Sicilya’nın, Kuzey Irak’ın, Afganistan’ın dağları hangi asilerin, eşkıyaların, teröristlerin zulüm ve gözyaşlarına şahit olmuştur ve bu noktada onlara hangi ortaklık teklif edilmiştir mesela; en masum ve sadece dağ olmaktan başka vasfı olmayan bu coğrafyalara…
Tıpkı bahçıvanın küreğine yapışmış toprak gibi coğrafya da insanın yaşamına yapışmış görünüyor bu tabloda…
Durum bu denli iç içe iken ve bu denli uzun-zamanın da tanığı iken coğrafyanın, bir sessiz şahit olarak dinlenmesi dışarıda bırakılabilir mi?
İnsanın eylediği her şeyde ana unsurdur coğrafya; ister esir etsin ister özgür…
Uğruna mücadele verenleri iyi bir tarih teleskobu ile gözlemlediğimizde, coğrafyanın rolünün hakkı mutlaka verilecektir…
Daha yakın ve daha somut bir örnek arayanlara sadece, “Anadolu ve İslâm; Anadolu ve Türkler” desem…
Evet, coğrafya altında ve üstündekilerle, iklim tarihi dâhil tüm eko-sistemiyle insanın tarihinim hem şahidi hem de bütün eylediklerinin çok temel dinamiğidir…
Bu sessiz şahidi daha çok dinlemek yeni bakış açılarımız için oldukça önemli…
O, kendisiyle usulünce konuşmak isteyenlere, tahmin edilenden çok daha fazlasını söyleyecektir; yeter ki “tanık” olarak gereken değeri bulabilsin…