Geçen haftadan kaldığımız konuya devam edelim; [yazarın önceki yazısı için tıklayınız]
Anayasada Türkçe meselesinde değerli hukukçu Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’in görüşlerini hatırlamakta fayda var. Daha 1948’de yazdığı Türkçe Meselesi adıyla kitaplaştırdığı bu yazılarında, “Bir milletin dili, beş on senenin, bir iki neslin işi ve eseri değil, asırlar içinde nesillerin dimağındaki dil hafızası merkezleriyle köklü bir tabiat ve istidat hâline gelmiş ve nev’in biyolojik varlığına yerleşmiş bir alışkanlıktı.” diyerek, meselenin önemine dikkat çekmiştir. 1940’lı yıllarda “Türkçeyi Öztürkçeleştirme” amaçlı çalışmalara da cesurca karşı çıkmış ve Milli Şef’e dahi fikirlerini cesaretle söyleyerek (hiç değilse) “kamutay” diye değiştirilmek istenen, “Büyük Millet Meclisi” tabirinin arkasında bütün bir Millî Mücadele tarihinin ve İstiklâl Harbi sahnelerinin bulunduğunu söyleyerek, ‘TBMM’ isminin muhafazasını sağlamıştır. Merhum Ali Fuat Başgil’in şu sözleri, halen geçerliliğini korumakta ve meselenin ehemmiyetini hatırlatmaktadır:
“Bir memleketin milli dili o memleketin bilfiil yaşayan, yani konuşulan ve yazılan, gönüllere ve zekâya hitap eden dildir. Ve dilin milliyeti, kelime unsurlarında olmaktan çok, büyümesinde ve üslubunda, umumi ahenk ve edasındadır. Nitekim mimari bir eserin milliliği, mesela Süleymaniye Camii’mizin Türklüğü, taşında tokacında değil, inşası tarzında ve terkibindedir. Süleymaniye Camii’nin taşı, mermeri şuradan, buradan getirilmiştir diye bunları söküp atmak, o canım şaheseri tahrib etmektir. Tıpkı bunun gibi, Türkçemizin bazı kelimeleri şuradan, buradan alınmıştır diye bunları dilden çıkarmak, bu milletin dilini yıkmaktır.”
Tarihsel süreç içerisinde geriye dönülüp bakıldığında Türkiye’nin yıldızının parladığı anlardan birinin de yaşadığımız dönem ve devamı olduğu görülecektir. ‘İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar’ adlı eserinde Stefan Zweig şöyle der: “Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır.” Ülkemizin son yıllarda, bölgesel ve küresel çapta gittikçe güçlenmesi, dünyanın kalbinin tekrar buradan atabileceğinin ve geleceğin dünyasında coğrafyamıza aktif rol düşeceğinin müjdesini verir niteliktedir. Bu parlak ânın ziyası, farklılık ve çeşitliliklerimizle bizi ayıran şeyleri değil, tamamlayan bütünleyen tarafını görüp çeşitliliğimizin oluşturduğu muhteşem ruhu keşfettiğimiz ve bunu anayasamıza “Adalet ve Hakkaniyetin Dili” olarak geçirebildiğimiz ölçüde artacaktır. Bu dili yakalayabilirsek, siyasetin, resmi söylemlerin çok ötesinde “yeni bir dünya tasavvuru” kadim bir bilgi olarak, dünyanın hizmetine de sunulabilir.
Anayasa bu noktada, hak ve adalet anlayışının yeniden inşasının motivasyonu ve itici gücü olabilir, olmalıdır. Bu, tarihi bir fırsattır ve kaçırılmamalıdır. Özetle, bizler yeni anayasayı hazırlarken sadece askeri kod ve tahakkümden kurtulmuş bir dili değil, medeniyet tasavvurumuzun izlerini taşıyan yeni bir dünya mülahazasıyla hareket etmeye mecburuz. Türkiye’nin ilk kez tam sivil diyebileceğimiz anayasasının aynı zamanda dünya ve medeniyet rüyamızı, ortak düşünce ve ruh iklimimizi yansıtacak bir metin olması bu açıdan çok önemli ve elzemdir. Bu sayede, belki anayasa ile başlayacağımız bu yeni dil olgusu, “varoluşu” anlamlandıracak evrensel dilin alfabesine de bir başlangıç olur, ne dersiniz?