Ne kadar farkındayız bilemiyorum ama CHP belediyeciliği, bizleri yepyeni bir hizmet anlayışıyla tanıştırıyor; gerçeği yerinden eden bir “dijital hizmet” biçimi bu…
Nerede olup-olmadığına ya da gerçekten olup-olmadığına bakma gereği duymayanları ikna da eden bu “dijital hizmet” biçimini, daha iyi anlamaya ihtiyacımız var…
Gerçek verilerle, sunulan, afişe edilenlerin birbiriyle hiçbir ilgisinin olamadığını, işin içinden olan ağızlar istatistiklerle ortaya döktüler; İstanbul için Esenler Belediye Başkanı Sayın Mehmet Tevfik GÖKSU, Ankara için de Mamak Belediye Başkanı Sayın Murat KÖSE bütün bu detayları bizim için daha görünür yaptılar…
El-hak, gerçeğin peşinde olanlar da bir “keşif ruhu”yla neyin olup olmadığını çok iyi görüyorlar ve mukayeseler yapabiliyorlar…
“Dijital”in, hayatı kolaylaştıran bin bir veçhesine şahit olduk elbette; lakin insana, somut olarak alması gereken bir hizmeti “dijital” olarak vermiş gibi yapmanın örneğini de bir vesile görmüş oluyoruz…
Ciddi bir kitleyi de buna inandırdıkları düşünüldüğünde, çok büyük bir “medyumluk” kabiliyetinin hakkını da teslim etmek gerekiyor; aldatılmanın acısına rağmen…
Bu sanal çağ, bakalım bize daha neleri tanıtacak; niyeti bozuklar eliyle…
Prof. Dr. Ünal Şentürk; “Gösterge ve imaj artık her şey, şeyin kendisi” derken, çok geniş bir çerçeve çiziyor; sosyal medya çağında imajın ve imgenin gerçeklerimize karşı açtığı savaşla ilgili…
Fakat münhasır olarak ifade etmek istediğimi, yerli yerine oturtma noktasında da oldukça istikamet veriyor…
Şentürk yine aynı makalesinde: “Sonuç olarak imgeler, her zaman ölümcül bir güce sahip olmuşlardır” vurgusuyla da insanı ürperten bir gerçeğin içine uyandırıyor; o da imgenin, yerine geçtiği gerçeği öldürmesidir…
Demek oluyor ki bu durumu öylesine geçiştiremeyiz…
İnsanı koruyacak konutların, güvenle ulaştıracak yolların, nefes aldıracak havanın, estetik tarafı yanında oksijen kaynağı yeşilin ve daha nice hizmetin, gerçek olması kaçınılmaz değil midir?
O halde nasıl olurda bir insan, mutlaka alması gereken bu denli gerçek hizmeti, “dijital” olarak -gerçekten almış gibi- almaya ikna olabilir; gerçeğini, imge ile nasıl öldürebilir?
Bu, önünde-sonunda ikna olanın ya da olmayanın ya kendisinin ya da gelecek nesillerinin ödeyeceği ağır bir hesaba dönüşmez mi?
İndiğinizde, olduğunuz yerde durduğunuzu anlayacağınız bir simülatörün “sanal yolculuğu” sizi istediğiniz yere götürebilir mi?
Dijitalini/simülatörünü görüp ya da süslü laflarla ikna olduğu bir hizmete, bir gün gerçekten ihtiyaç hissettiğinde mi uyanmalı insan?
İmge ya da imajla bu denli mi körleşmeli bir göz ve onu yöneten akıl?
Bizi imaj ve imgelerle kandırmaya ve “ne kadar da çok şey yaptık/yapıyoruz”a inandırmaya çalışan bu aklın, bizi ulaştıracağı o tehlikeli varış noktasını da Zafer Aracagök şu ifadelerle bize gösteriyor aslında; en azından bana: “O, metaforların bin kere tekrarlanmasıyla faşizm; on bin kere tekrarlanmasıyla mikro-faşizm ve yüz bin kere tekrarlanmasıyla da nano-faşizm oluşur.”
“Sanala, dijital hizmete ikna olanlar bu tehlikeli sonla yüzleşmeye hazırlar mı?” derseniz, bundan hiç emin değilim…
Nihayetin de “doymuş” gibi yapmanın saltanatı, gerçek açlığın yere serdiği ana kadardır…
2001 bu acı gerçekle yüzleştirmedi mi bu ülkeyi?
Süslü lafların, laf kalabalıklarının esir aldığı zihinler, acı faturayla derinden sarsılarak gerçeğe uyanmamışlar mıydı?
“Hakikat sonrası” diyerek bu çağı yaftalayanlar, bizi anlık, duygulanımı yüksek mekanizmalarla esir etmek istiyorlar yeniden…
Kitlelerin “kolektif duygular”ını coşturarak siyaset alanını şekillendirmeye çalışan bu sanal, bir gün mutlaka gerçeğin dağına çarpacak ve tuzla-buz olacaktır…
Yeter ki yapılmak istenenin farkında olalım; en azından olanlarımız olsun…
Onlar mutlaka diğerlerimizi gerçeğe davet edeceklerdir…
Birileri “gerçeğin ötesi”ne geçildiğine ve artık dünyayı “sanal efedi”liğin yöneteceğine inansa da; “Gerçeklik düş olanı aşıp geçer”e iman edenler hâlâ çok güçlüdürler…
Çünkü Allah asla vadinden dönmez!
De ki: “Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.” İsrâ Suresi-81.
Toplumsal aklı/aklı küçümseyen bu kafalara bugünden değil, iki bin yıl öncesinden Büyük İskender’e bile ne kadar küçük olduğunu haykıran Seneca ile seslenelim: “Behey mutsuz(lar)!”
Sizde mutsuzsunuz işte; sebebi kolay anlatılamaz bunun…
Dünyayı da ele geçirseniz yine mutsuz olacaksınız; değil mi ki, “Ne aldanan, ne de aldatan ol” erdeminden yoksunsunuz…